BU EN ÜST BÖLÜMDEKİ BAZI REKLAMLAR - Sayfamızın üstündeki zaman zaman görüntülenen Windows Internet Explorer'in kendi Reklamıdır.- SİTEMİZ DIŞI BİR UYGULAMADIR.
   
 
  DEĞERLİ BİLİM ADAMI PROF.DR. TUNCER GÜLENSOY'DAN DÜNÜMÜZ... BUGÜNÜMÜZ....













 

  
DEĞERLİ BİLİM ADAMI
PROF.DR. TUNCER GÜLENSOY

MOĞOLLARIN GİZLİ TARİHİ, ALTAN TOPÇİ,
DEFTER-İ ÇİNGİZ-NÂME, CENGİZ-NÂME,
ANONİM ŞİBANÎ-NÂME ve ÇİNGGİS HAN TARİHİ’ne GÖRE
 Aralık 2011 89. SAYI
 
 
 
Aşağıdaki şecerede MGT ile AT'de geçen kişi adları karşılaştırmalı olarak verilmiştir:
 
 




NOT: Haçi-Külük'ten sonra şecerenin öteki kolları burada verilmemiştir. Tam şecere için bizim 1970 yılında yayımlanan “Moğolların Gizli tarihi ve Altan Topçi'ye Göre Çinggis-Hahan'ın Şeceresi” (DTCF, Tarih Araştırmaları Dergisi, V/8-9, 1967, Ankara 1970) adlı makalemize bakılmalıdır.


Şecereden de görüldüğü üzere, Yeke Nidün (=Büyük göz) örneğinde olduğu gibi Moğolca kişi adları pek çok yerde Kazakçalaştırılarak [İkinüddin < Moğ. Yeke nidün] değiştirilmiş; hattâ ho'a yerine, Kazakça sulu (=güzel); çino'a yerine Kazakça böri (=kurt) sözcükleri bile kullanılmıştır. Bu şecerenin Moğolcadan tercüme olduğu görülmektedir.
***
Şimdi üzerinde duracağımız 'Defter-i Çingiz-nâme' adlı eser de her üç eserden farklı olup, Cengiz Han'ın şeceresini Hz. Nûh aleyhisselâmdan başlatır. Fakat, Cengiz Han'ın öncüllerinden bazıları İslâmîyetle, bazıları Türk mitolojisi, bazıları da Moğol mitolojisi ile iç içedir. Şecere şöyledir:
 
 
 
 




MOĞOLLARIN GİZLİ TARİHİ, ALTAN TOPÇİ,
DEFTER-İ ÇİNGİZ-NÂME, CENGİZ-NÂME,
ANONİM ŞİBANÎ-NÂME ve ÇİNGGİS HAN TARİHİ’ne GÖRE
CENGİZ-HAN’IN SOY KÜTÜĞÜKasım
Buddha Nirvana’ya ulaştıktan bin yıldan fazla bir zaman sonra, Maha Samadi’nin altın neslinden karlı doğu yamaçlarında çoğalanlar aşağıda sıralanmıştır: Hindistan’ın Magata eyâletinin hâkanı Hakan Kusala’nın oğlu Hakan Sarba’nın beş tane oğlu vardı. En küçük oğlunun doğuştan mavi ( Moğ. köke) saçları vardı. Elleri düz, ayakları düztabandı. Gözleri aşağıdan yukarıya doru kapanırdı. Onlar birbirlerine şöyle dediler: “Bu daha önce doğanlara benzemiyor”. Onu bakır bir kutuya koyarak Ganj Nehrine attılar. Nepal ve Tibet arasında, ihtiyar bir adam, nehir kıyısından kutuyu aldı ve açtı. Baktığı zaman içinde güzel ve mükemmel bir erkek çocuğu gördü. Çocuk on altı yaşına geldi ve memleketin yüksek ve iyi yerlerini ararken ve karlı Sambu [Şambu] dağlarını ve dört yabancı diyarları düşünürken “Burada yerleşeceğim” diyerek geldi. Tibetli bir adam onunla yolda karşılaştığı zaman: “Sen neredensin ?” diye sordu.
                4. Çocuk yukarıya doğru gösterdi. O adam “Bu çocuğun Tanrı’dan kısmeti var. Bizim Tibet halkının hakanı yok” diyerek onu omzuna kaldırıp alıp götürdü. O, Tibet’in ilk Omuza Oturan sandali-tu kaganı idi. Onun oğlu Erkin dolugan kümün sandali-tu kagan idi. Onun oğlu Kii carbu sibagun sandali-tu kagan idi. Onun oğlu Ayitulka arbai sandali-tu kagan idi. Onun oğlu Küri [Küwa] Külüg kal [gal] bolur sandali-tu kagan idi. Onun oğlu Kün [Küwa] sübin morin sandali-tu kagan idi. Onun oğlu Dalai sübin altan sandali-tu kagan idi. Onun oğullarından büyüğü Boroçu [Boroçi] idi; ikincisi Sibaguçi; en küçüğü BÖRTE ÇİNOA idi. Kardeşler birbirleriyle kavga ettikleri için, Börte Çinoa kuzeye doğru giderek Tenggis Denizini geçti ve yabancı bir memlekete geldi. Hiç evlenmemiş Gooa Maral adında bir kız aldı ve o yabancı memlekette yerleşti. Moğol kabilesinin bir mensubu oldu. Onun oğlu Batai Çagan, 0nun oğlu Temücin, Onun oğlu Kuriçal Mergen, Onun oğlu Ogcim Bugurul, Onun oğlu Sali Kalçaku idi.
                 5. Onun oğlu Yeke Nidün idi. Onun oğlu Sem Soçi, Onun oğlu Sali Kalcaku, Onun oğlu Borcigidai Mergen, Onun oğlu Torakalçin Bayan idi. O, Borogçin Gooa’yı karısı olarak almıştı. Moğolların ilk ve büyük kağanı Çinggis Kagan idi. Onun oğlu Ögedei Kagan idi. Onun küçük kardeşi Külüg [Güyüg] Kagan idi. Onun küçük kardeşi Möngke Kagan, Onun küçük kardeşi Kubilai Kagan, Onun küçük kardeşi, sonra, Ölcei-tü Kagan idi. Onun oğlu Buyan-tu Kagan idi……..”
                 Yukarıda, Altan Topçi’den aldığımız şecerenin dört paragrafı Budizmin izlerini taşımaktadır. Gerçi, 2, 3 ve 4. paraglarda geçen kişi adlarının bir bölümünde Moğolca sözler görülüyorsa da anlatım Budizm teorisine göredir. Dördüncü paragrafta insan olarak belirtilen BÖRTE ÇİNOA ile GOOA MARAL Moğol ve Türk mitolojilerinin kurgusuna ters düşmektedir.
                                                                              ***
 
 
                 Aşağıdaki şecerede MGT ile AT’de geçen kişi adları karşılaştırmalı olarak verilmiştir:
 
 




 Şecereden de görüldüğü üzere, Yeke Nidün (=Büyük göz) örneğinde olduğu gibi Moğolca kişi adları pek çok yerde Kazakçalaştırılarak [İkinüddin < Moğ. Yeke nidün] değiştirilmiş; hattâ ho’a yerine, Kazakça sulu (=güzel); çino’a yerine Kazakça böri (=kurt) sözcükleri bile kullanılmıştır. Bu şecerenin Moğolcadan tercüme olduğu görülmektedir.
 
MOĞOLLARIN GİZLİ TARİHİ, ALTAN TOPÇİ,
DEFTER-İ ÇİNGİZ-NÂME, CENGİZ-NÂME,
ANONİM ŞİBANÎ-NÂME ve ÇİNGGİS HAN TARİHİ’ne GÖRE
CENGİZ-HAN’IN SOY KÜTÜĞÜ
Ekim 2011 87. Sayı
                 Dünya yaratıldığından itibaren pek çok cihangir, imparator ve devlet yöneticisi gelip geçmiştir. Mısır’da Firavunlar, Mezopotamya’da Nemrut, Filistin’de Hz. Süleyman, Orta Asya’da mitolojik hayatıyla Oğuz Kağan, İran’da Pers İmparatoru Dariyus, Makedonyalı İskender, Hun Türklerinin başbuğu Attila tarihte derin izler bırakabilenlerden bazılarıdır. Fakat, Çinggiz [Cengiz](=deniz, umman, okyanus) Han ise devlet ve ulus yönetenlerin en güçlüsü, en yaratıcısı, en fâtihi idi. Onun atalarının ve kendisinin doğuş efsanesi, Moğol mitolojisinin önemli belgelerindendir.
                 Dünya sinemacılığı içinde Firavunların, Nemrut’un, Hazret-i Süleyman ve Saba Melikesi Belkıs’ın, Hunlar adı altında Attila’nın, Makedonyalı İskender’in, vb. tarihe mal olmuş kişilerin filmleri yapıldı. Ama, Hem Moğolistan’da, hem Amerikan filmciğinin kalbi Holywood’da (üç kez), hem Japonya’da, hem de Çin’de filmleri yapılan, belgeselleri çekilen Cengiz Han gibisi yoktur. O, yalnız Orta Asya, Çin, Hint, Japonya, Rusya’yı değil,  Doğu Avrupa ülkelerinin tamamını etkilemiştir. Cengiz Han’ın adı geçince yalnız savaşlar akla gelmez. Onun askerî dehasının yanında kültürler arası taşıyıcılık gibi olağan üstü bir görevi yerine getirdiğini; “İpek Yolu”nun işlek ve emin bir hale gelmesindeki rolünü, ipek, ipekli kumaş, barut ve matbaa gibi Uygur Türkleri tarafından ilk kez kullanılıp sonradan Çinlilere mal edilen pek çok unsurun Batıya taşınmasındaki payını unutmamalıyız. Birkaç yüz yıldır Orta Asya’da yapılan kazılardan, Han saraylarının yanında taş döşeli yolların, alttan ısıtmalı hamam ve evlerin, su kanallarının Cengiz Han zamanında daha geliştirildiğini öğrenmekteyiz.
                Doğumu gibi hayatının her safhası ve ölümü de birer efsane olan Cengiz Han’ın ata ve oğullarını, yani öncül ve ardıllarını anlatan pek çok eser yazılmıştır. Bu eserlerin klasik olanlarını yazıldıkları dönemlere göre şöyle sınıflandırabiliriz:
I.                    Şamanizmin izlerini taşıyan eser: Monggol-un Niguça Tobçiyan/Yü’an-ch’ao pi-shi [=Moğolların Gizli Tarihi]. Bu eser, Türk Türkologlarından Prof. Dr. Ahmet Temir tarafından Almanca ve Rusça tercümeleri, Moğolca aslıyla karşılaştırılarak Türkçeye tercüme edilmiş ve 1948 yılında Türk tarih Kurumu yayınları arasında neşredilmiştir. Eserin dili üzerinde Tuncer Gülensoy tarafından Doktora çalışması yapılmış; ayrıca eser, altayistik, folkrolik ve etnografik açıdan incelenmiştir.
II.                  Budizmin izlerini taşıyan eser: Altan Topçi [=Altın kronik]. Mongolistler tarafından 17. yüzyılda yazıldığı tahmin edilen bu eser, Charles Bawden’in İngilizce tercümesi Moğolca aslı ile karşılaştırılarak, Tuncer Gülensoy tarafından tercüme edilmiş ve TTK-Belleten’inin 151, 196 ve 199. sayılarında, giriş+notlar+dizin halinde, 3 bölüm olarak yayımlanmıştır.
III.               İslâmiyet’in tesiri ile yazılmış eserler: 1) Cengiz-nâme. Ötemiş Hacı adlı bir Kazak bilgini tarafından, Arap harfleriyle Çağatayca olarak kaleme alınan eserin bazı yazmaları Türkiye’de Z. Korkmaz ve M. Kafalı tarafından incelenmişse de bugüne kadar herhangi bir neşri yapılmamıştır. M. Kafalı’nın çalışmasının bittiği ve basıma hazır olduğu kendisi tarafından belirtilmiştir. Yine Ötemiş Hacı’nın Cengiz-nâme’sinin Kazakistan’da bulunan ve Kril harfleriyle transkripsiyonu ve Rusça tercümesi yayınlanan nüshasını Tuncer Gülensoy tarafından Latin harfleriyle transkripsiyonu yapılarak, Türkçe tercümesi ve dizini ile birlikte yayına hazırlanmıştır.
                       2) Anonim Şibanî-nâme: XVI. yüzyılda, Çağatay Türkçesiyle, kimin tarafından yazıldığı belli değildir. 1849 yılında Kazan’da Arap matbaa harfleriyle Berezin tarafından yayımlanmıştır. Bu basma nüshanın bir adedinin Konya Mevlana Kütüphanesi İhtisas / 2215 numarada kayıtlı bilinmektedir. Bu basma nüsha,  Yakup Karasoy ve Mustafa Toker tarafından Türkiye Türkçesine serbest tercüme ile aktarılmış, esere dizin ve basma nüshanın tıpkıbasımı eklenmiştir.
 
Bu eserlerin dışında, Altan Debter, Köke Debter, Çinggis Kagan-u Çedig gibi Moğolca, Defter-i Çinggiz gibi Çağatay Türkçesiyle yazılmış eserler de bulunmaktadır. Bu eserlerin her biri Türk ve Moğol dili, tarihi, folkloru ve etnografyası açısından önemlidir.
                                                                  ***   
                Büyük Moğol hükümdarı Cengiz (Çinggiz)-Kağan ve Onun şeceresi ile ilgili olarak yazılmış eserler Moğol tarihi ile birlikte Türk tarihi için de önemlidir. ‘Mongol-un Niguça Tobçiyan (Moğolların Gizli Tarihi)’ adlı Moğolca eser, Moğolların efsanevî şeceresinden başlayarak Cengiz-Han’ın oğullarının hayatlarını ve savaşlarını da anlatır. Bu eser aynı zamanda Moğolların bozkır hayatını, folklor ve etnografyasını yansıtması bakımından da önemlidir. XVI. Yüzyılda yazılmış olan ‘Altan Topçi’, Moğolların efsanevî şeceresini Budizm felsefesine göre verir ve kişi adlarından bazılarının imlâsını farklı kaydeder.
               Konumuzun daha iyi anlaşılabilmesi açısından Cengiz Kağan’ın efsanevî atalarına ve onların MGT ile AT’de geçen şecerelerine kısaca bakmak gerekecektir. Çünkü, hem MGT’nde, hem de AT’deki “yaratılış efsânesi” birbirinden çok farklıdır.
                MGT Cengiz Han’ın atalarını şöyle tanıtır (§ 1, 2, 3, 4): [Çinggis hahan-u huca’ur de’ere tenggeri-eçe cayagatu törüksen Börte-çino acu’u.]
                “1. Çinggis hahan’ın ceddi yüksek Tanrının takdiriyle yaratılmış bir bozkurtidi, eşi beyaz bir dişi geyik idi. Onlar denizi geçerek geldiler. Onan nehrinin kaynağı ile Burhan-Haldun (dağı) civarına yerleştiklerine, BATAÇİHAN adlı bir oğulları oldu.
               2. Bataçihan’ın oğlu TAMAÇA, Tamaça’nın oğlu HORİÇAR-MERGAN, Horiçar-Mergan’ın oğlu A’UCAN-BORO’UL, A’ucan Boro’ul’un oğlu SALİ-HAÇA’U, Sali-Haça’u’nun oğlu YEKE-NİDUN, Yeke-Nidun’un oğlu SEMSOÇİ, Semsoçi’nin oğlu HARÇU.
                3. Harçu’nun oğlu BORCİGİDAİ-MERGAN, Mangholcin-ho’a ile evli idi. Borcigidai-mergan’ın oğlu TOROHOLCİN-BAİYAN Borohcin-ho’a ile evli olup, Boroldai-suyalbi adlı genç bir hizmetçisi ile Dayir ve Boro adlı iki atı vardı. Toroholcin’in oğulları DUVA-SOHOR ve DOBUN-MERGAN  idi.
                4. Duva-sohor, alnı ortasında yalnız bir göze sahip olduğu halde, üç günlük yolu görebiliyordu.”
                 MGT’nin 59. paragrafından itibaren Cengiz-Han’ın adını görmeye başlarız:
 
 
 
 
 
                “59. Bu sıralarda, Yesugai-ba’atur Tatarlardan Tecucin-uge’yi, Hori-buha’yı ve başkalarını esir olarak getirirken, Ho’elun-ucin hamile idi. Onan nehri yanındaki Deli’un-boldah’da ikamet ederlerken, tam orada Çinggis-hahan dünyaya geldi. O doğarken sağ elinde saka [=içine erimiş kurşun doldurulan ve oyunda kullanılan kemik] büyüklüğünde pıhtılaşmış kan tutuyordu. Tatarlardan Temucin-uge’nin getirildiği zamanda doğduğu için, ona bundan dolayı TEMUCİN adı verildi.
 
 
 


60. Yesugai-ba’atur’un Ho’elun-ucin’den TEMUCİN, HASAR, HAÇİ’UN, TEMUGE adlarında dört oğlu, TEMULUN adında bir kızı oldu. Temucin dokuz yaşında iken Coçi-hasar yedi yaşında idi. Haçi’un elçi beş, Temuge-otçigin de üç yaşında idi. Temulun daha beşikte idi.’
               Temucin henüz dokuz yaşında iken babası onu evlendirmek için Torgut kabilesine mensup Olhuno’ut’lardan, (yani) kendi dayısından kız istemeye gider. 61. paragraftan itibaren artık Temucin’in çocukluk ve gençlik yılları; Tayçi’utlar tarafından esir alınması Kereit’lerden Ong Han ile dostluğu ve Merkitlerin ortadan kaldırılması anlatılır. Bozkır savaşları, Temucin’in ÇİNGGİS-HAHAN unvanıyla Moğol hükümdarı ilân edilmesi 104. paragraftan itibaren anlatılır. Cengiz han’ın düşmanlarının andası Camuha etrafında birleşmeleri, Camuha’nın Cengiz han’a karşı geçici üstünlüğü ve yenilmesi 127. paragraftan itibaren anlatılır. Camuha’nın sonu, Cengiz han’ın “Büyük han” ilân edilmesi, askerî ve idarî işlerin düzenlenmesi 198. paragraf ile anlatılmaya başlanır; 268. paragrafa kadar onun başarıları, fetihleri anlatılır. 268. paragrafın sonlarında “Çinggis-hahan, domuz yılında (1227) Tanrıya yükseldi. Onun ölümünden sonra, Tang’ut halkından alınan şeyleri çoğu Yesui Hatun’a verildi.” Denilerek ardıllarının hayatları anlatılmaya başlar. 282. paragrafta da MGT’nin yazılışının bittiği ifade edilir.
                                                                    ***
                Altan Topçi adlı Moğolca eser MGT’nden farklı olarak 126 paragraftır. Eserin ilk 3. paragrafı ve 4. paragrafın ilk satırları MGT’nde göçrülmeyen bir şecereyi ihtiva eder ki, bu şecere mitolojik olup, Tibet Budizminin tesiri altında ortaya çıkmıştır.  AT’de verilen şecere takip edildiğinde görüleceği üzere, Moğolların menşe efsanesinde ve MGT’nde “KURT” olarak adı geçen Börte Çinoa (/Çino), burada insan olarak karşımıza çıkar. Keza, Börte Çinoa’nın kuzeye doğru çıkıp Tenggis Denizi (Baykal Gölü)’ni geçtikten sonra yabancı bir memlekete gelerek, “Gooa Maral (veya: Goa Maral; MGT’nde Ho’ai-maral)” adlı bakire bir kızla evlenmesinden de Goa Maral’ın “insan” olduğunu görüyoruz. AT’deki bu ifadeler, Türk ve Moğol yaratılış efsanesi ile uyuşmamaktadır. Burada dikkati çeken bir husus da, MGT’ndeki Tenggis (=Baykal Gölü)’in kuzeyden güneye geçildiğidir. Çünkü Moğolların yerleşme merkezi ve kutsal dağı olan Burkan Kaldun dağı Tenggis’e göre güneyde, Orhun nehrine göre doğuda kalmaktadır. AT’deki ifade ise “Börte Çinoa”nın güneyden kuzeye çıktığını belirtiyor. Yine AT’ye göre Börte Çinoa, sanki Moğol olmayan bir kişidir ve Gooa Maral ile evlendikten sonra Moğol kabilesinin bir mensubu olmuştur.
               XVI. Yüzyılda, Ötemiş Hacı adlı bir Türk tarafından Çağatayca yazılmış olan ‘Cengiznâme’ ile yine Çağatayca yazılmış bir başka eser olan ‘Defter-i Çinggiz’de geçen olaylar, rivâyetlere göre anlatıldığı için MGT ve AT’ye göre oldukla farklıdır. Yazan kişinin Müslüman olması, olaylarda adı geçen Moğol asıllı Çağatay hükümdarlarının da Müslümanlığı kabul etmiş olmaları olayların anlatımını farklı kılmaktadır. Bu eserde geçen pek çok olay, MGT ve AT’de yer almaz. Moğolların Gizli Tarihi ile Altan Topçi’nin 15 paragrafı birbirlerine benzemekteyse de bu benzerlik kelimesi kelimesine bir benzerlik değildir. Aşağıda Altan Topçi’nin ilk dört paragrafı verilerek MGT ile aralarında görülen büyük farka dikkat çekilecektir:
                 “ Own suvasti siddam
                 Büyük Boddhisatvaların doğuşunu, iyi ve meşhur hakanların menşelerini, onların Hindistan ve Tibet’ten sonraki başlangıçlarını toplayarak anlatacağım. Bu dünyanın insanlarında ve canlı yaratıklarında başarılı hareketin bulunmayışından dolayı yegâne Buddha’nın emri ile Maha Samadi hakanlar hakanı diye meşhur oldu. Maha Samadi Hindistan’ın ilk hakanı idi. Onun oğlu Büyük Işık Hakanı idi. Onun oğlu Faziletli Hakan idi. Onun oğlu Koruyucu ve Kurtarıcı Hakan idi. Onun oğlu Altın Çark Hakanı ve bizi besle diyen Dört Kıta’nın Hâkimi idi. Onun oğlu Gümüş Çark’ın Mükemmel Hakanı ve Üç Kıta’nın Hâkimi idi. Onun oğlu Bakır Çark’ın Daha Mükemmel Hakanı ve İki Kıta’nın Hâkimi. Onun oğlu Demir Çark’ın İyi ve Mükemmel Hakanı ve Bir Kıta’nın Hâkimi idi. Onun oğlu Kusursuz Mükemmel Hâkan idi.
                 2. Bunlar beş meşhur Çakrawarti Hanları olarak bilinirdi. Ücesküleng-tü Kagan’ın oğlu Talbigçi Kagan idi. Onun oğlu Talbin Barigçi Kagan idi. Onun oğlu Seküni Kagan idi. Onun oğlu Küsi Kagan idi. Onun oğlu Yeke Küsi Kagan idi. Onun oğlu Sayın Ücegçi Kagan idi. Bunlar Maha Samadi Kagan’ın neslinden gelen kagan ailesi idi. Onun oğlu Sayın Töröl-tü Kagan idi. Bu kaganın neslinden gelen kaganların sonuncusu Arsalan Ogoçi-tu Kagan idi. Onun oğulları Arıg-un İdege-tü Kagan, Çagan İdege-tü Kagan, Tangsug İdege-tü Kagan ve Rasiyan [Rasâyâna] İdege-tü Kagan idi. Arig-un İdege-tü Kagan’ın iki oğlu Burkan Bagsi ve Ücesküleng-tü Enetei [Nandi] idi. Çagan idege-tü Kagan’ın iki oğlu Nasun-a Tegülder İlagugçi ve Tegüs Sayın idi. Tangsug İdege-tü Kagan’ın oğulları Nasun-a Tegülder, Yeke Nere-tü ve Ülü Türidügçi, üçü idi. Rasâyana İdege-tü Kagan’ın iki oğlu Diwadad [Dawadad] ve Ananda idi. Sikamuni’nin
                3. oğlu Rahuli idi. Denilir ki Rahuli rahip olduğu için Arig-un İdege-tü Kagan’ın nesli tükendi. Fakat bir çok tarihî kitapta bu neslin bitmediği öğretilmektedir.
 
 
                   Erciyes Üniversitesi
                   Fen-Edebiyat Fakültesi Dekanlığına
                   KAYSERİ
Ocak 2011 78. SAYI
 
 
 
       1 Ekim 1960-30 Ocak 2006 tarihlerini kapsayan 46 yıllık üniversite hayatımın acılı-tatlılı günlerini unutmam mümkün değil. Bu uzun tarih süreci içinde lisans öğrencisi-doktora öğrencisi-Dr. asistan-Doçent Doktor-Profesör Doktor olarak kâh öğrenen, kâh öğreten kişi oldum. Ama öğrencilik hayatım emekli olduktan sonra da devam ediyor. En uzun süre görev yaptığım Erciyes Üniversitesi’nden emekli olduktan sonra da akademik çalışmalarım devam etti. Kitap, makale ve bildiri yazdım. Sempozyum ve bilimsel toplantılara katıldım. Bu arada yine ödüller aldım.
      30 Ocak 2006 tarihinden-30 Nisan 2007 tarihine kadar yaptığım bilimsel çalışmaları, katıldığım bilimsel toplantıları ve aldığım ödülleri aşağıda sunuyorum.
      Emekli olarak resmî görevinden ayrılmış bir bilim adamının Erciyes Üniversitesi mensubu olarak çalışmalarını sürdürmesi belki yadırganabilir. Ben, Erciyes’te 17 yıl çalışan bir öğretim üyesi olarak bunun bir ilk olarak kalmamasını, emekli olan bilim adamı dostlarımın da bunu bir gelenek haline getirmelerini bekliyor, yaşları kemâle eren bütün meslektaşlarımın sağlıkla emekli  olmalarını diliyorum.
 
                                                                         Prof. Dr. Tuncer GÜLENSOY
 
 
      Aldığım Ödüller (Nisan 2006-Nisan 2007):
 
      1) MOTİF Halk Oyunları Öğretim ve Eğitim Vakfı: 11. Halk Bilimi Hizmet Ödülü (Nisan 2006-İstanbul)
      2) T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı Araştırma ve Eğitim Genel Müdürlüğü: Türk Halk Kültürü Şeref Ödülü (Haziran 2006-Gaziantep/Prof. Dr. Saim Sakaoğlu ve Prof. Dr. Nevzat Gözaydın ile birlikte)
      3) Kayseri Sağlık Eğitim Enstitüsü Müdürlüğü: 2006 Yılı Türklük Bilimine Hizmet Ödülü (01 Kasım 2006)
      4) İstanbul Büyük Şehir Belediyesi Kültürel ve Sosyal İşler Daire Başkanlığı: Edebiyatımıza Hayat Verenler-Meslek Hayatının 45. Yılında Prof. Dr. Tuncer Gülensoy (28 Nisan 2007, Cumartesi, Saat: 14.00; Yer: İstanbul-Beyoğlu, TARIK Zafer Tunaya Kültür Merkezi. Düzenleyen: Doç. Dr. Ömür Ceylân (İstanbul Kültür Üniversitesi). Konuşmacılar: Prof. Dr. Günay Karaağaç, Prof. Dr. Nevzat Özkan, Prof. Dr. Vahit Türk, Prof. Dr. Ahmet Buran. / Ödül töreni.)
 
      Katıldığım Bilimsel Toplantılar-Sempozyum ve Konferanslar:
 
1)           Konferans: Türk Dünyasından Esintiler (31 Mart 2006, Cumhuriyet Üniversitesi-Sivas)
2)           Konferans: Türk Cumhuriyetleri ve Türkiye (01 Nisan 2006, Türk Ocakları Sivas Şubesi)
3)           31 Mayıs-1 Haziran 2006. Gazi Üniversitesi-Gölbaşı Sosyal Tesisleri: Bilim ve Teknoloji Stratejileri Çalıştayı. (Çalıştay Üyesi)
4)           15-20 Haziran 2006, Gaziantep. Türkiye Cumhuriyeti Kültür ve Turizm Bakanlığı, IX. Uluslar Arası Türk Halk Kültürü Kongresi.
Sunulan Bildiri: Cengiznâme’deki Folklor Unsurları.
5)           18-20 Eylül 2006. Antalya: 10. Türk Devlet ve Toplulukları Dostluk, Kardeşlik ve İşbirliği Kurultayı. (Türkiye Delegasyonu)
6)           7-8 Aralık 2006/İstanbul, Sabancı Müzesi-İ.Ü. Türkiyat Araştırmaları Müdürlüğü: Cengiz Kağan ve Oğullarının Türk Dünyasındaki Akisleri Uluslar Arası Sempozyumu.
Sunulan Bildiri: Cengiz Kağan’ın Soy Kütüğü
7)           15-17 Aralık 2006 / Eskişehir: Halk Kültürü’nde Giyim Kuşam ve Süslenme
        Uluslar Arası Sempozyumu.
      Sunulan Bildiri: Türk Giyim-Kuşam ve Süslenmesinin Tarihî Kaynakları (16
                  Aralık 2006, Cumartesi. 1. Oturum, Saat: 10.00-10.15. / 3. Oturum’da
                 ‘Oturum Başkanlığı’ yapılmıştır.)
8)           Konferans: 2 Mart 2007, İstanbul-Sabancı Müzesi: Cengiz Han’ın Şeceresi.
9)           5-10 Eylül 2007 tarihleri arasında Ankara’da toplanacak olan 9. ICARAS toplantısına “Anadolu Ağızlarındaki Eski Türkçe Sözcükler” adlı bildiri sunulacaktır.
 
 
Kitap-Makale-Bildiriler:
 
1)     Türkiye Türkologları ve Türk Diline Hizmet Edenler (650 Türkoloğun Hayatı ve Eserleri. Kitap olarak hazırlanmakta. / Bu esere giren ilk Türkologlardan 70 kadarının hayatı ve eserleri  ERCİYES dergisinde yayımlanmaya başlamıştır. Bk. Mayıs 2007: Türk Diline Hizmet Edenler Ansiklopedisi’ne Başlarken-Ahmet Vefik Paşa-)    
2)      Prof. Dr. Ahmet Temir’in Hayatı ve Eserleri.  (TDK tarafından yayımlanacak)
3)      Prof. Abdülkadir İnan’ın Hayatı ve Eserleri. (TDK tarafından yayımlanacak) 
4)      02.02.2006-24.03 2006 tarihleri arasında ‘YENİÇAĞ’ gazetesinde 7 köşe yazısı yayımlanmıştır.
5)      Şubat 2006-Nisan 2007 tarihleri arasında, Kayseri’de çıkan aylık ‘İSTİKLÂL’ gazetesinde 14 köşe yazısı yayımlanmıştır.
 
 
03 Mayıs 2007 Çarşamba gününden itibaren, İstanbul’da çıkan  ‘GÜNBOYU’  adlı günlük gazetede, Çarşamba ve Cumartesi günleri köşe yazılarım yayımlanacaktır.
 
 

Aralık 2010 77. SAYI
 
Yukarıda mavi gök, aşağıda yağız yer yaratıldıktan sonra, ikisinin arasında insan oğlu yaratılmış. İnsan oğlunun üzerine atalarım Bumın ve İstemi Kağan oturmuş; oturduktan sonra Türk milletinin ülkesini, töresini idare etmiş, düzenlemiş, dört taraf hep düşman imiş, ordu sevk edip dört taraftaki halkı itaate almış, tâbi etmiş. Başlılara baş eğdirmiş, dizlilere diz çöktürmüş. Doğuda Kadırkan-Yış'a kadar, batıda Temir-Kapı'ya kadar milletini yerleştirmiş. İkisinin arasında pek teşkilâtlı Kök Türkler böylece oturur imiş.’
M.S. VIII. Yüzyılda Asya'da TÜRK adlı devlet kuran Kök Türklerin, tarihteki ilk Türk kavmi olan HUNLARın neslinden, Köktürk hanedan soyunun AŞİNA ailesinden geldiklerini biliyoruz (bk. Sadettin Gömeç, Kök Türk Tarihi, Ankara 1997, Türksoy yay., s. 7-8) Ak-Hunların tigin unvanını taşıyan kağanlarından birinin adı Toraman; O'nun oğlu Mihiragula (515-545) idi. [Agula, Moğolcada 'dağ' anlamıyla yaşamaktadır.]
Kök Türk kağanlığının ilk başbuğu BUMIN (Çin
Kaynaklarında:T'u-men) idi.
       Dört oğlu oldu: 1. Kara-Kağan (K'o-lo) [553 yılında öldü]
                                                   2. Mo-kan [ veya: Bukan] (Erkin unvanını
                                                        taşıyordu/553 yılında ağabeyi Kara-
                                                        Kağan'ın  yerine tahta çıktı.),
                                                   3. Taspar                                                             
                                                   4. Mahan-Tigin [Bugut yazıtı O'nun adına       
                    dikilmiştir./Tavşan yılında (559/560) tahta çıktı]
BUMIN'ın kardeşi İSTEMİ [Devletin Batı kanadını/On-Okları
yönetti./Kızını  Sasani İmparatoru Anuşirevan'a verdi (556).
Ölümü üzerine oğlu Tardu (Çincesi: Ta-t'ou) yerine geçti
(576-603)]
{Bumın'ın atası T'u-wu (Büyük Yabgu),
O'nun atası A-hien Şad,
O'nun atası Na Tu-lu ve Aşina ailesidir.}
                      
BUMIN'dan sonra Kök Türk Kağanları:
Kara-Kağan (Bumın'ın oğlu)
Mo-kan (Erkin unvanını taşıyan, Kara-Kağan'n küçük
kardeşi./Oğlu:
Ta-lo-pien (ölm. 587) idi. Annesi asil, yani Türk soylu
olmadığı için
Kök Türk tahtına varis gösterilmemiş, Taspar kağan
olmuştur.)
Taspar (Tapar/T'a-po) Kağan (572-581/Ölm. 581)
An-lo (Taspar'ın oğlu./Kara Kağan'ın oğlu Işbara tarafından
desteklenerek tahta çıkması sağlanmış, fakat daha sonra
yerini Işbara' ya bıraktı.]
Işbara Kağan (Kara Kağan'ın oğlu/Karısının adı:
İçen/Kardeşi:
C'u-lo-hou. Unvanı: Yabgu; adının anlamı: Çor Baga)
Tonga Turan Kağan (Işbara'nın oğlu olup 600'de öldü.)
K'i-min (Yabgu Kağan'ın oğlu)
 ….. sonra daha başkaları.
Görüldüğü gibi Kök Türk kağanları hep asil soydan gelenler idi. Mo-kan'dan sonra kağan olması gereken oğlu Ta-lo-pien'in annesi Türk soylu olmadığı için Kök Türk tahtına vâris gösterilmemiş, yerine Taspar kağan olmuştu.
Türkler siyasî bağları güçlendirmek için bazen kızlarını Çinlilere ya da Sasanilere vermişler; bazen de onlardan 'prenses' almışlardır. Her ne kadar bu kız alışverişi sürmüşse de Türk tahtına oturacak olanlar için 'Türk soylu' olması şartı aranmıştır.
 Asya'da devlet kuran Karahanlılar, Hârezimliler, Gazneliler, Çağataylılar vb. Türk devletlerinde de tahta oturacak kişinin soyunun bozulmamış olmasına dikkat edilmiştir. Selçuklulardan bir kısmının unvanı 'Keykâvus', 'Keykubat' olsa da şeceresinin Türk olması gerekiyordu. Kınık boyundan gelen Selçuklular ile onların mirasçısı Kayı boyu da 24 Oğuz boyundan idi. Fakat, ne yazık ki, Osmanoğulları zamanında Kayı kanına karışan Bizans kanını daha sonra Venedik, Rum, Sırp, Çerkez, Gürcü vb. soylu kadınların kanları takip etti. Ama, Osmanlı tahtının vârislerinin hepsi de Türk-İslâm ahlâkı ve Türk töresine göre yetiştirildiği için annenin kanı ön plâna çıkarılmamıştı.
Cumhuriyet kurulduktan sonra Ulu Önder Atatürk 'Ne Mutlu Türküm Diyene!' vecizesiyle Türk olmanın gururunu ön plâna çıkarmıştır. Dikkat edilecek olursa, Türk Kurtuluş Savaşı'nda can veren, kan akıtan, vatan kurtaran insanlarımızın yüzde doksan dokuzu Türk ırkından idi. Osmanlının himâyesinde yüzlerce yıl yaşayan Rum, Ermeni, Bulgar, Arap vb. gibi kavimler, bu savaşta istilâcıların yanında yer alarak Türk kanı akıtmışlar, vatanın bölünmesi için müstevlilerle işbirliği yapmaktan çekinmemişlerdir.
'Tarih tekerrür eder mi?' sorusunun cevabı 'evet' olduğuna göre, TÜRK ÜLKESİ demek olan Türkiye adı ve bu ülkede kurulan TÜRKİYE CUMHURİYETİ'ni yönetecek olan kişilerin de TÜRK olması gerekmez mi? Yunan Anayasasındaki 'Yunanistan Cumhurbaşkanı olacak kişinin baba ya da annesinden en az birisinin Yunan kanından olması gerekir!' kaydının Türkiye için de düşünülmesi, Türk milletinin 'ebed-müddet' yaşatılması bakımından ırkçılık olmasa gerekir. Bu kayıt şimdilik yoksa bile ilerideki bir zaman içinde mutlaka Anayasa'ya konulmalıdır. Hiç olmazsa, anne ya da babası Türk olan bir kişi, kanındaki 'zerre'den atalarını hatırlar, Türk milletine, Türk diline, Türk töresine ihânet etmez. Türk insanı artık bazı gerçekleri öğrenmeli; Türklüğün onun kanında, İslâmiyetin onun ruhunda ve vicdanında yaşadığını bilmelidir. Türk milletini Rus, Bulgar, Rum, Arap vb. soyundan bir kişinin yönetmesi ne derece doğru olur? Bugün, Arap emirliklerinde ya da komşu ülkelerdeki devlet yönetiminin hangi kademesinde Türk vardır? Bir Türk Araplara şeyh; Farslara Şah; Gürcülere, Romenlere vb. ülkelere devlet başkanı olabilir mi? AB'nin en güçlü ülkelerinden Fransa'nın mozaik taşlarından olan Kuzey Afrikalı Arapların Cumhurbaşkanlarını seçerken oy kullanamadıklarını biliyor musunuz? Onların ve Korsikalı, Katalan vb. gibi öteki unsurların üçüncü sınıf Fransız olduklarından haberiniz var mı? Öyle ise biz Türkler de bizi yönetecek en üst düzey insanlarımızın en az anne ya da babalarının Türk olmasını niye istemeyelim…
 
 [Kürtler-Farslar-Zazalar]
Kasım 2010 76. SAYI
       Eski Türkçede yaşamış fakat günümüz Türkçesinde artık kullanılmayan  (  ﺫ  ) sesi, d, t, y, z, r gibi seslere dönüşerek tarihî görevini tamamlamıştır. Türkler  Araplar ve Farslarla dinî ya da edebî ilişkiye girdikleri zaman, peltek ze gibi söylenen, yalnız Arapça kelimelere mahsus “zel” harfi ile karşılaşmışlardır. Bu harf ET’deki (   ﺫ   )  sesine benzerse de Arapçadaki karşılığı Türkçedeki gibi değildir. Araplar buna ‘dal-i mu’ceme’ de derler.
         Arapça sözleri yazmak için Osmanlı Türkçesinde  zel, dat/zat, zı harfleri kullanılmış, fakat ‘Harf İnkılâbı’nda bu üç farklı sesi belirten harfler yalnız (z)’de toplanmıştır. Meselâ:
         “sahip, mâlik” anlamlarındaki Arapça zamir    (ﺫا), zel (   ﺫ  ) ile;
        “polis; şehir güvenliğini sağlayan idâre” anlamındaki Arapça isim  zâbıta  ( ﺿﺎﺑﻄﺎ ), dat/zat    ( ) ile; “vuruş, vurma, çarpma” anlamındaki Arapça darbe  (  ﺿﺮﺑﻪ), dat/zat ile;
       “evlât, oğul” anlamındaki Farsça zâde  ( ﺰاﺩﻩ), ze  (   ﺰ )  ile;
       “görünüşte, görünüşe göre, görünürdeki” anlamında olan zâhiren (  ﻅﺎﻫﺮﺮﺃ  ),   (   ﻅ  ) ile
yazılmıştır.
        Farsça kökenli bir söz olan dânâ ( ﺩاﺫﺎ ), “bilen, bilici, bilgiç; âlim” anlamında olup, Firdevsî ve Eflâtun’a da sıfat olmuştur: dânâ-yı Tûs: (Tus’lu) Firdevsî; dânâ-yı Yûnân : Eflâtun demektir. Ayrıca, “konuşan papağan” için Mürg-i dânâ; “bilir gönül” için Dil-i dânâ denilmiştir.
      Hind-Avrupa dil ailesinin içinde yer alan Farsça, İngilizce ve Almanca ile de yakından akrabadır. Verneküler (sınırlar arasında yer alan) bir dil olan Kürtçe de bazı dilcilere göre Farsçanın alt gruplarından birisidir. Aslında bu dil (Türkçe+Farsça+Arapça) gibi üç büyük dilden aldığı ödünç kelimelerden müteşekkil olup, Osmanlıca gibi karışık bir yapıya sahiptir. Zazaca, Kürtçe ile uzaktan yakından akrabalığı olmayan, daha çok eski Türkçe kelimelerin yer aldığı bir Anadolu lehçesidir. Zazalar kendilerine ‘Dımıli’, Kürtler ise ‘Kürmançi’ derler. Anadolu Kürmançileri ile Kuzey Irak Kürtleri arasındaki bağ aynı coğrafyada yaşamış olmalarından öteye gitmez. Anadolu Kürmançlarına ‘Peşmerge’ demek onlar için hakaret sayılır. Ayrıca, Anadolu Kürmançları içinde Kürtleşen ve Zazalaşan Türklerin sayısı oldukça fazladır. [Bu Konuda bk. Macir Gürbüz, Kürtlerşen Türkler, İstanbul 2007, 430 S. Selenge yayınları] 
      İşte, Türkçe gibi M.Ö. 4500 yıl ötesine uzanan bir dilleri olmayan Kürmançların konuştukları dilin ölçüsü budur. Farslara yakın olanlar Farsça ağırlıklı; Araplara yakın olanlar da Arapça ağırlıklı Kürmançça konuşurlar. Her iki grubun içinde de binlerce Kürtleşen Türk boyları yer almaktadır. Karacadağ Türkmenleri, Suriye’den Güneydoğu Anadolu’ya göç edip buralarda ana dillerini unutan Türkmenler; Timur’un önünden kaçarken Doğu ve Güneydoğu Anadolu dağlarında ‘kürtleşen’ Moğol ve Türk boyları; Kafkaslardan göçerek Muş ovasına ve dağlarına yerleşen Karapapak Türkleri; İran’ın içlerinde, yaşadıkları coğrafyaya göre ‘farslaşan’ ve ‘kürtleşen’ Hazar Ötesi Türkmenleri… İşte, Türk dünyasının içler acısı insanları, sarışın-mavi gözlü-yeşil gözlü-beyaz tenli Kuman-Kıpçak ve Peçeneklerin torunları. Avrupalıların ‘Polevest’ dedikleri, Avrupa kıtasına yayılmış ve yüzyıllar içinde Hıristiyanlaşarak kaybolmuş Avarların-Hunların-eski Bulgar Türklerinin torunları bugünkü Kürt nüfusunun büyük bir bölümünü teşkil etmektedir.
       Türklerin içinde ‘Yahudi’ yoktur. Bugün Kırım ve Polonya’da yaşayan  ‘Eski Ahd-i Atik’e inanan Karayim Türkleri ‘Yahudi’ değildir. İbadetlerini ‘Havra’da değil ‘Kenesa’da yaparlar. Fakat, bugün Mezopotamya’da yaşayan pek çok Irak Kürdü, başta Barzani olmak üzere, Yahudi dininden ve İsrail kavminden olup AB, ABD ve İsrail tarafından korunup kollanmaktadır.
       Bugün Güneydoğu Anadolu’da yaşayan, Selçuklu-Osmanlı-Türkiye Cumhuriyeti dönemlerinde ırzları, nâmusları, haysiyetleri korunarak 21. yüzyıla ulaşabilen; ‘Halepçe katliamı’ndan Türkiye’de yaşadıkları için kurtulabilen Anadolu Kürmançlarına dillerinin özelliklerini, tarihlerini öğretmek gerekmektedir. Türklerle ve Türkiye’de (Anadolu’da) yaşamak onlar için büyük bir nimettir. Türkiye’deki gelecekleri aydınlıktır. İsveç, Norveç, Finlandiya, Fransa vb. ülkelerde yaşayan ‘kaçkınlar’ının soyları 50-60 sene sonra Franklaşacak, Vikingleşecek, Germenleşecek ve yer yüzünden silinip gideceklerdir. Türkiye’de yaşayan Kürmançların karınlarının doydukları, nâmuslarının korundukları Türk vatanına ve insanına ‘ihânet’ etmeleri affedilemeyecek yoğunluğa ulaşmıştır. Yarın, Vietnam’dan, Kore’den, Kamboçya’dan kaçan Amerikalıların onları da yarı yolda bırakacakları gün gibi aşikârken, halâ Türk askerine ve polisine taş atmalarını; Türklüğe düşmanlık göstermelerini Türk insanı unutabilecek midir?  “Türkiye’de 30 milyon Kürt var, biz de Diyarbakır’ı karıştırırız!” diyen, koca donlu peşmerge başı, yarın söylediklerinin hesabını vermeyecek mi? Orada kaç Kürt var? Kaçı bu vatana bağlı, kaçı kıçı kırık peşmergeye uşaklık yapacak… Kürtleşen Türk insanının artık gerçekleri öğrenmeye başladığı şu günlerde önce birlik, sonra dirlik gerekecektir.
    Bugün soyadı ZANA olan kişi, bu soy adının Farsça DÂNÂ’dan geldiğini bilmiyor olabilir. Anlamı ‘bilgin, bilgiç; âlim’ olan bu sözcüğün işaret ettiği gerçekleri öğrenin artık.

 
 Haziran 2010 -71. SAYI
 
      Türkiye Türkçesinde yaşayan ‘töre’ sözcüğü, son günlerde yerli bir dizi filme de senaryo oldu. Bu filmde işlenen konu, Güneydoğu Anadolu’nun küçük bir kasabasındaki bir aşiretin içinde yaşanan olaylar; bu arada bir kız kaçırma dolayısıyla ortaya çıkan ‘berdel’in Türk toplumu içindeki acı gerçeği yansıtması…
      Önce, burada aşiret sözcüğünü ve onun modern Türk toplumu içindeki yerini tanımlayalım: ‘Aşiret’, Arapça bir sözcük olup, ‘Dil ve kültür yönünden büyük bir türdeşlik gösteren, birçok boydan oluşan, yapısındaki aileler arasında toplum, ekonomi, din, kan veya evlilik bağları bulunan göçebe veya yerleşik nitelikteki topluluk, oymak’ demektir. Anadolu’nun kuruluşunda rol oynayan Türk-Türkmen boyları ile sonradan Türk toplumunun içinde yer almış Arap, Fars soylu küçük toplulukların içinde yer bulan ‘feodalizm (= derebeylik sistemi)’ sisteminin bugüne uzantısı olan ‘aşiret’çilik, XXI. Yüzyılda da Türk sosyal hayatının bir kâbusu gibi devam etmektedir.
       Bugün ‘boy (= ortak bir atadan türediklerine inanılan toplumsal ve ekonomik ilişkilerinde anaerkil, ataerkil anlayışı uygulayan geleneksel topluluk, kabile, klan), soy (= bir atadan gelen kimselerin topluluğu), oymak (= aşiret), oba (= göçebelerin konak yeri; bu yerde konaklayan halk veya aile), cemaat (=insan topluluğu, kalabalık; bir dinden veya soydan olanların topluluğu)’ gibi sözcükler Türk sosyal hayatının içinde sıkça kullanılmaktadır.
       Peki, ‘töre’ nedir? Sözcüğün kökeni nereye uzanmaktadır?
       Türk dilinin büyük bilginlerinden rahmetli Profesör Ahmet Caferoğlu, “Eski Uygur Türkçesi Sözlüğü” (İstanbul 1968, 308 S.) adlı eserinde şu bilgileri vermektedir:
 
        Tör   Ön, şeref yeri, şeref makamı.
        Törä < Sanskritçe: dharma
        Törü  Töre, örf, kanun, nizam.
        Törüçe  Örfçe, törece.
        Törüçi  Kanun yapan, muallim.
        Törülüg = törülük   Kanunî.
        Törüsüz   Kanunsuz, nizamsız, usulsüz.
        Törütmek  Türetmek.
 
        XI. Yüzyılda yazılmış, Türkçenin en eski sözlüğü olan Kaşgarlı Mahmud’un ‘Dîvânu Lügâti’t-Türk’ünde de şu bilgileri görüyoruz:
       
        Törü   Düzen, nizam, görenek, âdet.
        Törümek   Yaratılmak.
        Törütmek   Yaratmak; bir şey takdir veya ıslah edilmek.
 
        Görüldüğü üzere, VIII.-XI. yüzyılların tarihî Türkçesinde ‘töre’ diye bir sözcük yoktur;  ‘törü’ vardır. ‘Gelenek, görenek, âdet, örf, nizam, kanun’ anlamlarında kullanılan ‘törü’ sözcüğü zamanla ‘töre’ biçimini almıştır. Bunun yanında, hala Anadolu ağızlarında yaşayan ‘tör’ sözcüğü de ‘şeref yeri, şeref makamı’ anlamında kullanılmakta olup, özellikle köy odalarında ocağın sağ tarafındaki yerdir. Burada köyün en yaşlı ve bilge kişisi oturur; eğer köy öğretmeni varsa, bu köşe ona terk edilir.
        Bugün Türkçe Sözlük’te bulunan  ve ‘1. Bir toplulukta benimsenmiş, yerleşmiş davranış ve yaşama biçimlerinin, kuralların, görenek ve geleneklerin, ortaklaşa alışkanlıkların, tutulan yolların bütünü, âdet; 2. Bir toplumdaki ahlakî davranış biçimleri, adap’ anlamlarında kullanılan töre sözcüğünden töre bilimi, töreci, törecilik, töre cinayeti, töre dışı, törel, törelcilik, töreli, törellik, törelsiz, töretanımaz, aktöre, davranış töresi gibi sözcükler ve tamlamalar türetilmiştir. Ancak, Türkiye Türkçesinde kullanılan töre sözcüğü, öteki Türk lehçelerinde yerini başka sözcüklere bırakmıştır.
         Azebaycan Türkçesi: ädät
         Başkurt Türkçesi     : yola, ğäzät
         Kazak  Türkçesi      : ädet-ğurıp
         Kırgız Türkçesi       : ürp-adat, adat
         Özbek Türkçesi       : àdät, urf-àdät
         Tatar Türkçesi         : yola, ğadät
         Türkmen Türkçesi   : adät, dä:p (ä uzundur)
         Uygur Türkçesi        : adät, ürp-adät
biçimlerinde kullanılan sözcüğün farklı biçimleridir. Burada görülen ädät, adat, ädet, àdet, adät, ğadät, ğäzät sözcükleri Arapça ‘âdet sözcüğünün; ürp, urf, ğurıp sözcükleri de Arapça ‘urf [ > Türkçe: örf] sözcüğünün Türk lehçelerinde aldıkları biçimlerdir.
        
         Türkçede kullanıldığı biçimiyle töre sözcüğü, törü’nün ses değişmesine uğramış biçimi olup, Türk insanına ‘yasa, kanun, nizam’ anlamlarını hatırlatmaktadır. Sonradan ‘gelenek, görenek, örf, örf-âdet’ anlamlarını da kazanan töre sözcüğü, Anadolu’nun Doğu ve Güneydoğusunda yaşayan topluluklar tarafından yazılı yasaların da üzerinde görülmüş, bazı yörelerde de ‘yıkılamaz bir tabu’ ve ‘uğruna ölünebilecek’ biz sözcük olarak algılanmıştır. Eski Türklerde ‘töre cinayeti’ diye bir sözcük yoktu. Çünkü, Türk toplumu kadın ve erkeğine aynı hakları tanımış, zaman zaman kadını erkeğinin önüne çıkartmıştı. Eski Türklerde kadın hiçbir zaman köle gibi alınıp satılmamış, toplumda geriye itilmemişti. ‘Kurultay çadırı’nda Hatun’un yeri  Hakan’ın sağ tarafında idi. Hatun, devlet yönetiminde söz sahibi olduğu gibi, özel muhafızları ve özel bütçesi de vardı.
         Yalnız Hatun (=kraliçe) değil, Türk toplumundaki her kadın aynı statüde idi. Kadın evleneceği erkekle güreşir, eğer yenilirse erkeğine tâbi olurdu. Dede Korkut Destanları’nda olduğu gibi, Başkurt Türkü Prof. Dr. Zeki Velidi Togan’ın ‘Hatılarar’  adlı eserinde de erkekleriyle güreşen kadınları görmekteyiz. 
                                     ***
          Arap, Acem (İranlı), Gürcü ve Avrupalı seyyahlar gezdikleri Türk ülkelerindeki sosyal hayatı en açık biçimde anlatmışlardır. Oğuz boyu Türk kadınlarının erkekleriyle birlikte oturup kalktıklarını, kaç-göç gibi olayların olmadığını, kadının erkeği yanında onun kadar değerli olduğunu seyahatnamelerden ve hâtıralardan öğreniyoruz. Eski Türk boylarında kız kaçırma olayı sosyal bir vakıadır. Bu kız kaçırma olayının eski Moğollarda da olduğunu ‘Moğolların Gizli Tarihi’ (Monggol-un Niguça Topçiyan) adlı eserden öğreniyoruz. Fakat, kız kaçırıldı diye, kaçıran erkeğin kız kardeşini kızın ağabeyine ya da küçük erkek kardeşine almak gibi bir olay yoktur. Hele, kaçırılan kızın ölümü ya da ayrılması üzerine diğer kızın da öldürülmesi gibi ‘cinayet’le sonuçlanan toplumsal bir olaya Türk tarihinde rastlanmamıştır. Anadolu’nun bazı yörelerinde ‘berdel’ adı verilen bu olayın Türk toplumunda yeri yoktur. ‘Berdel’, Arapça ‘bedel’ sözcüğünün orta hecesinde (-r-) türemesiyle oluşmuş bir sözcük olup, ‘1. değer, fiyat, kıymet; 2. bir şeyin yerini tutabilen karşılık’ demektir. Nitekim, ‘berdel’ olarak verilen kız da ‘kaçırılan kızın yerine karşılıktan başka bir şey değildir.
          Türkler Anadolu’yu yurt edindikten sonra Arap, Fars, Ermeni, Rum gibi komşu kavimlerin sosyal ve dinî hayatlarından da etkilenmiş, onlardan bazı gelenek-görenek ve örf-âdetler de almışlardır. Bunlardan bazıları Türk toplumunu da kötü olarak etkilemiş olabilir. Çünkü, Türk toplumunun sosyal ve kültürel hayatı içinde, Türk insanının hayatını kötü olarak etkileyecek yasa ya da töre yoktur. Rahmetli tarihçilerimizden Bahattin Ögel’in ‘Türk Kültürünün Gelişme Çağları’ ve ‘Türk Kültür Tarihine Giriş’ (9 cilt) adlı eserlerini okumak yeterlidir. 
        Anadolu’nun bazı yörelerinde görülen töre cinayeti, aslında gelişmemiş, medenileşme sürecini tamamlayamamış, câhil toplumların aile ya da klan (aşiret) içinde uyguladıkları affedilmez bir suçtur. Sevdiğine kaçtı diye bir kızın hayatının söndürülmesini hiçbir din kabul etmez ve bunun için emir vermez. Bir TV’de gösterilen Sıla adlı dizi filmdeki aşiret mensuplarından bazılarının ‘töre’ adına işledikleri suçlar, aldıkları canlar bir yanda, töreye savaş açan ‘aşiret AĞAsı’nın devlet güçleri (polis) ile işbirliği ve aşiret içinde hem annesi hem babası ve yakın akrabaları ile mücadelesi öte yanda.
        Atatürk Türkiye Cumhuriyetini kurarken “Cumhuriyet ahlâkî fazilete dayanan bir idaredir. Cumhuriyet fazilettir. Sultanlık korku ve tehdide dayanan bir idaredir. Cumhuriyet idaresi, faziletli ve namuslu insanlar yetiştirir. Sultanlık korkuya, tehdide dayandığı için korkak, alçak, sefil, rezil insanlar yetiştirir. Aradaki fark bunlardan ibarettir.” (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, II, s. 231, Ankara 1925) diyerek, bütün gerçekleri açıkça göstermiştir.
 
 
 
AĞALIK, TAKİYYE, LÂİKLİK, İRTİCA-MÜRTECİ,
DEMOKRASİ, SOSYALİM, FAŞİZM, KOMÜNİZM
 
 
Prof. Dr.Tuncer GÜLENSOY
 
         Artık seçim sürecine iyice girdik. Parti başkanları (liderler), parti sözcüleri, köşe yazarları meydanlarda konuşacaklar, köşelerinde yazacaklar. İktidar tutan kalemler muhalefete, tutmayanlar da iktidara yüklenecekler.
         İktidar mensupları ‘Cumhuriyet kuruldu kurulalı 79 yılda neler yapıldı ki? Biz dört yılda neler yapmadık ki!’ diye bağıracaklar. İktidarın icraatlarını (yaptıkları işleri) beğenmeyenler ‘Vatanı parsel parsel sattınız, kâr getiren ne varsa: “Telefon, bankalar, fabrikalar vb.” elden çıkardınız; işçiyi-memuru-çiftçiyi-emekliyi açlığa mahkûm ettiniz, sanayiyi, tarımı bitirdiniz; çalanı-çırpanı korudunuz, milletvekili dokunulmazlığını kaldırmadınız; dîn-i İslâm’ı yalnız başörtüsü ve türbana indirgediniz; PKK’yı kolladınız, Kürtçülük ve bölücülük yapan eski DEP’lileri TBMM’ne yolladınız; 35 bin vatan evlâdının ve kundaktaki bebeklerin kâtili, Ermeni-Kürt karışımı bir adama ‘sayın’ dediniz; Türkiye’yi Türklerden alıp 38 kavime ve mezhebe dağıttınız….” gibi sözlerle saldıracaklar. Bu sözler belki de hafif kalacak, daha nice ‘yakası açılmadık sözler’ duyacağız.
        Bugün bu sütunda, başlıkta kullandığım bazı sözcükleri size açıklayacağım. Yarın sık sık duyacağınız bu sözcüklerin anlamlarını şimdiden öğrenirseniz, duyduğunuzda skıntıya düşmezsiniz.
        Ağalık :  Bu sözcüğü açmadan önce yapısına bir bakalım. Sözcük, ağa adı ile +lık ekinden oluşmuş bir ad olup ‘1. ağa olma durumu; 2. kibar ve cömertçe davranış’ demektir.
        Ağa sözcüğünün Türkiye Türkçesinde 6 anlamı vardır: 1. geniş toprakları olan, sözü geçen, varlıklı kimse; 2. halk arasında sayılan ve sözü geçen erkeklere verilen unvan; 3. büyük kardeş, ağabey; 4. okur yazar olmayan yaşlıca kişilerin adlarıyla birlikte kullanılan san; 5. Osmanlı İmparatorluğunda bazı kuruluşların başında bulunanlara verilen resmi san; 6. koca
        Bana göre bu tarif bir eksiktir. “Ağa, bir aşiretin başında bulunan, aşireti töreye göre yöneten; evinde ve iş yerlerinde, bahçe ve tarlalarında karın tokluğuna maraba çalıştıran; o marabaları, ister döven, ister öldüren; devlet ve devlet güçlerine karşı tavır koyan, Cumhuriyetin ilkelerine, medenî kanunun hükümlerine karşı çıkan modern sultan-hükümdar-padişah.” Demektir. Ağanın köyleri, kasabaları vardır. İşçileri, marabaları vardır; bunların yönetimi için de töre’si vardır.  Ağa her şeydir. (Hâşa) Tanrı gibi hâkim-i mutlaktır. Ağzından çıkan her söz kitap kelâmı gibidir, tartışılamaz, sorgulanamaz.
 
       Ağalık sisteminde her şey amaç içindir. Amaç için her şey araç olarak kullanılır. Ağaların her siyasî partide adamları vardır. Hangi parti iktidara gelirse gelsin, ağalar ve ağalık hiç kaybetmez. Onların ‘adam’ yerine koymadıkları ‘maraba’lar, ağanın istediği partiye oylarını atarlar; XVIII. Yüzyıldaki Amerikan zencileri gibi okumak, tahsilli bir insan olarak vatanına hizmet etmek hakları yoktur. Düşünemezler, çünkü ağalar olar için düşünürler.
                                                                  ****
       Takiye, Arapça ‘takiyye’ sözcüğünden ödünç alınmıştır. Ödünç alınmıştır ama Türkiye Türkçesinde moda olmuş sözcüklerden birisidir. ‘1. mezhep belirmeme, gizleme; 2. (mecazi) olduğundan farklı görünme; 3. (eski) sakınma, çekinme’ anlamlarındadır. Fakat, Türk siyasî sözlüğünde daha çok ‘olduğundan farklı görünme’ anlamında kullanılmaktadır. Biraz daha açacak olursak, ‘lâik’ olmadığı halde, öyle görünmek; ‘Atatürk’ü sevmediği, Cumhuriyet ilkelerine bağlı olmadığı halde bağlıymış gibi görünmek; demokrat olmadığı halde, demokrasiyi araç olarak kullanmak’ anlamlarında kullanılır.
      Böyle durumlarda karşınızdakinin güler yüzüne, tatlı sözüne inanır ama kafasının içindeki esas fikre ulaşamazsınız. Takiye yapan kimse üniformasız terörist gibidir. Üzerinde herhangi bir üniforma olmadığı için, kim ya da ne düşündüğü hakkında bilginiz olamaz. Ancak, gerçek yüzünü zamanla görürsünüz ama o zaman çok geç olabilir.
 
                                                                      ****
 
      Lâiklik, Fransızca ‘laïque’ sözcüğünden Türkçeye alınmış ödünçlemedir. ‘Din işlerini devlet işlerine karıştırmayan, devlet işlerini din işlerinden ayrı tutan’ demektir. TC’nin Anayasa’sında “Türkiye Cumhuriyeti…laik ve sosyal bir hukuk devletidir.” Kaydı bulunur. Bu sözcükten laikleşme, laikleşmek, laikleştirilme, laikleştirilmek, laikleştirme, laikleştirmek, laisizm sözcükleri türetilmiştir.
      Bu sözcük Türkiye’nin sosyal ve siyasî yapısı için çok önemlidir. Atatürk ilke ve inkılâpları, demokrasi, Cumhuriyet, insan hakları, din-vicdan-düşünce hürriyeti vb. gibi kavramlar bu sözcükle iç içedir. Bu sözcüğün tam karşıtı Arapça kökenli şeriat [ < şerî’at] olup, ‘Kur’an’daki ayetlere, Hz. Muhammed’in sözlerine dayanan İslâm hukuku’ demektir. Şeraitçi, ‘Dinin esaslarını sadece dinî hayatta değil, hukuksal, ekonomik ve siyasal düzenlemelerde de geçerli kılmak isteyen, şeriat yanlısı kimse’ demektir.
       Günümüzde Atatürk ile İslâm dinini, cumhuriyet-demokrasi-laiklik kavramlarıyla Kur’an hükümlerini karşı karşıya getirmek isteyenler vardır ki, bunların karanlık düşünceleri hiçbir zaman gerçekleşmeyecektir. Türk insanı 5000 yıldır yeryüzündeki çeşitli coğrafyalarda devletler kurmuş, halkları yönetmiştir. Oğuz Han’dan Alpaslan’a, Osman Gâzi’den Atatürk’e kadar Türk coğrafyasında dalgalanan ‘hilâl’li bayraklar bu gerçeğin izleridir. Türkler, İslâm dinini ‘kılıç zoru ile’ değil, akıl ve mantıkla kabul etmişler, İslâmiyetin en güçlü savunucusu olmuşlardır. Çin içlerinden, Bosna-Hersek’e, Anadolu’dan Rusya içlerine İslâmiyeti taşıyanlar Türklerdir. Arap ve İran tarihçileri Türklerin İslâm’a katkılarını tarafsız olarak yazmaktan çekinmemişlerdir. Türkler, Han-Hakan-Sultan-Padişah gibi kişilerin önderliğinde hiçbir zaman hürriyetlerinden ödün vermemişlerdir. Cumhuriyet, Türkler için en güzel rejim, İslâmiyet en güzel dindir. Kimsenin bu iki güzelliği bozmaya hakkı yoktur.
                                                                  ****
 
         İrtica, Arapça kökenli (irticâ’) sözcüğünden alınmış olup, ‘gericilik’ demektir. ‘gericilikle ilgili, gerici (davranış ve tutum)’ anlamındaki sözcüğü eskiden (irticâ’î); ‘yeni düzene karşı direnen kimse’ye de (mürteci < Arapça: murteci’)  deniliyordu.
         Peki, gerici ve gericilik nedir?
         Gerici,toplumda çağdaş değerlere ve yeniliklere önem vermeyen, her yönüyle eskiyi özleyen veya eski düzeni getirmeye çalışan (kimse veya görüş), ilerici karşıtı.’ Gericilik da ‘gerici olma durumu veya gerici davranış, irtica’ demektir. 
         Bu sözcük yalnız Türkçede değil, Modern Amerika’da da yaşamaktadır. Bugün ABD’nin bazı eyaletlerinde elektrik, telefon, otomobil kullanmayan, okula gitmeyen kapalı topluluklar yaşamaktadır. Elektrik yerine gaz lambası, otomobil yerine at arabası kullanan bu topluluklar, XXI. Yüzyılın nimetlerinden yararlanmakta direnmektedirler.
                                                             ***
         Demokrasi, Fransızca (démocratie) sözcüğünden Türkçeye girmiş olup ‘halkın egemenliği temeline dayanan yönetim biçimi, el erki’ anlamındadır. ‘Demokrasi yanlısı’na (demokrat), ‘demokrasiye uygun’ şeye de (demokratik) denir.
         Türkiye’de 1946 yılından beri kullanılan bu sözcüğün anlamı güzelse de ‘erk’i ele geçirenlerin yaptıkları işler (icraat) hiç de bu sözcüğe uygun değildir. 1946 seçimlerinde 7, 1950’de 11 yaşında idim. Onun için bu iki seçimi de hatırlamam. 27 Mayıs 1960 ihtilâlinde 21 yaşında bir delikanlı idim. O günden bu güne dek 3 ihtilâl, birkaç da ‘muhtıra’ yaşadım. Erk’i elinde bulunduran geçici güç sahiplerinin, ‘halk adına’ kullandıkları ‘egemenlik’ sözcüğünü, ‘nalıncı keseri’ gibi algılamaları Türkiye’yi zaman zaman zorlamıştır. Meclis sandalyesinin ¾’ünü elinde tutanlar 1960 ve 1980’lerde hüsrana uğramışlar, Türkiye’nin hızını da kesmişlerdir. ‘Hii-man’ gibi ‘Güç ben de artık!’ diye halkı unutanların, kurulan ihtilâl mahkemelerinde ‘Hatırlamıyorum reis beyefendi hazretleri!’ deyişlerini ben de unutamıyorum. Demokrasi bazıları için amaç değil, araçtır. Bu sözcüğü de hiç çekinmeden söyleyebilmektedirler. İnsan ömründe 4, 5, 10, 20 ve 50 yıllar hiçbir şey değildir; birer salise gibi gelip geçerler. ‘İktidar’lar da öyledir. Gelirler ve giderler. Kalıcı olan halktır. Hem getirir, hem de götürür. Onun için ‘demokrasi’ sözcüğünün özüne inanmak gerekir. Bir giden, belki bir daha geri gelir ama, küme düşen kulüp gibi epey uğraşması gerekir.
         Bizde ‘Demokrat’ adlı parti kurup da bu sözcüğün anlamını unutanlar olmadı mı? Adın da, göbek adın da demokrat olsa, halka ve onun gücüne inanmak politikacının kulağında küpe olmalıdır.
                                                           ****
 
         Sosyalizm, Fransızca ‘socializme’ sözcüğünden Türkçeye girmiş olup ‘toplumculuk’ demektir.
         Faşizm, Fransızca ‘fascisme’ sözcüğünden Türkçeye girmiş olup, ‘demokratik düzenin yerine aşırı bir uluşçuluk ve baskı düzeni kurmayı amaçlayan öğreti’  demektir.
        Komünizm, Fransızca ‘communisme’ sözcüğünden Türkçeye girmiş olup, ‘1. bütün malların ortaklaşa kullanıldığı ve özel mülkiyetin olmadığı toplum düzeni, komünistlik; 2. böyle  bir düzenin kurulmasını amaçlayan siyasî, ekonomik ve toplumsal öğreti’ anlamındadır.   
        Görüldüğü gibi sosyalizm, faşizm ve komünizm de halk için vardır, halka hizmet için hedeflenmiştir. Bugün faşizm ve komünizm dünya tarihinden silinip gitmişlerse de hala taraftarları vardır. Türkiye’de bile 68 kuşağının hızlı Rus ve Çin komünistlerine hala ağıtlar yakılmakta, yeni yetmelere yol gösterilmektedir.
         Sosyalizm, bugün batı ülkelerinden pek çoğunda revaçtadır. İngiltere, Danimarka, Fransa, İsveç, Norveç gibi ülkelerde ‘ulusalcılar’la mücadele ederler, iktidara bir gelirler, bir giderler. Bulgaristan, eski Yugoslavya, Macaristan, Çek ve Slovakya diye ikiye bölünmüş eski peyklerde de sosyalizm hala ayaktadır.
         Komünizm, Çin, Rusya, Kuzey Kore, Küba gibi eski ‘kulağı kesikler’in ülkelerinde politbüro ve KGB’nin baskısı ile ayakta durmaktadır. İnsan tabiatına uygun olmayan bu sistem, uygulandığı ülkelerde kendi halklarının refah ve mutluluğunu alıp götürmüş, vurgun ve fuhşun merkezi olmuştur. Her şey ‘devlet’in olunca, kimse devlet malına sahip çıkmamış; bu sistem yıkılınca da her şey halk tarafından yağmalanmıştır. Ne yazık ki 80 yıl komünizm baskısı altında ezilen Azerbaycan, Türkmenistan, Özbekistan, Kazakistan, Kırgızistan, Doğu Türkistan (Uygurlar), Kafkaya Türkleri, Kırım, Kazan, Mişer, Başkurt, Çuvaç, Gagavuzistan vb. Türk ülkeleri de çok zor günler geçirmişlerdir.
         İnsanlık için en güzel sistem cumhuriyet ve demokrasidir. Fakat, bu sisteme inananlar yönettikleri insanların refahları için gerekirse canlarını verebilmeli, ancak kendilerini seçenlere ihanet etmemelidirler.
         Kendilerini yönetecek insanları seçen kişiler de mutlaka sandık başına giderek, en iyi vekilleri bulabilmelidirler. Ancak, bu da parti liderleri tarafından halkın önüne konulan liste değil, çok kişinin içinden halkın seçeceği dürüst-onurlu-şerefli-namuslu kişiler olmalıdır.
         İnşallah bir gün o da olur.  
 
 
 
 
 
 
ATATÜRK, İSLÂMİYET VE SAHTE MÜSLÜMANLAR
 
 
Prof.Dr.Tuncer  Gülensoy
 
 
 
       Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Ulu Önder Atatürk, yalnız Türkiye’yi yabancı devletlerin istilâsından kurtarmamış, Türk insanının refahı, saadeti ve geleceği için de uğraş vermiştir. O, yalnız askerî bir dehâ değil, bir filozof, bir rehber, bir öğretmen ve eğitmen, bir önder idi. Türk tarihini, Türk insanının karakterini çok iyi biliyor, geleceğinin yol haritasını ona göre çiziyordu. O istemeseydi Cumhuriyet rejimi kurulamaz; O istemeseydi ‘padişahlık’ yıkılmaz, ‘hilâfet’ sürer giderdi. Bütün güç kendisindeyken ‘sultan’ olur, ‘hilâfet’i de üzerine alarak bütün İslâm dünyasının ‘Halife’si olurdu. Ama olmadı. Çünkü, O istemedi.
       Atatürk İslâm dinini çok iyi biliyordu. Allah kavramı, Hz. Muhammed, Tanrı ve insanlığın geçirdiği devirler, Kur’an ve ezan, hutbe  gibi kavramlar onun bilgisi içindeydi. Tanrı’nın insanlık için gönderdiği peygamberler ve kutsal kitapları, özellikle İslâm dinini çok iyi biliyordu.  Ama ‘Müslümanlıkta özel sınıf olmadığını’, ‘sahte din adamlarını’, ‘tarikatları’, ‘dinin siyasete âlet oluşunu’ hep vurgulamış, Türk insanını uyarmaya çalışmıştır. Bakın, ‘dinin siyasete âlet oluşu’ üzerine söylediği sözlere: “Bizi yanlış yollara sevk eden soysuzlar  bilirsiniz ki, çok kere din perdesine bürünmüşler, sâf ve temiz halkımızı hep din kuralları sözleriyle aldata gelmişlerdir. Tarihimizi okuyunuz, dinleyiniz… Görürsüznüz ki milleti mahveden, esir eden, harap eden fenalıklar hep din örtüsü altındaki küfür ve kötülüklerden gelmiştir.
       “Din ve mezhep herkesin vicdanına kalmış bir iştir. Hiçbir kimse hiçbir kimseyi ne bir din, ne de bir mezhep kabulüne icbar edebilir. Din ve mezhep hiçbir zaman politika âleti olarak kullanılamaz.”
       “Âdi ve alçak hilelerle hükümdarlık yapan halifeler ve onlara âlet yapmaya tenezzül eden sahte ve imansız âlimler tarihte daima rezil olmuşlar, rezil edilmişler ve daima cezalarını görmüşlerdir. Dini kendi ihtiraslarına âlet yapan hükümdarlar ve onlara yol gösteren hoca namlı hainler hep bu sonuca sürüklenmişlerdir. Böyle yapan halife ve din bilginlerinin arzularına kavuşamadıklarını tarih bize sonsuz misallerle izah ve ispat etmektedir. ….Eğer onlara (dini siyasete alet edenlere) karşı benim şahsımdan bir şey anlamak isterseniz, derim ki, ben şahsen onların düşmanıyım. Onların menfi yönde atacakları bir adım, yalnız benim şahsî imanıma değil, yalnız benim gayeme değil, o adım benim milletimin hayatıyla ilgili, o adım milletimin hayatına karşı bir kasıt, o adım milletimin kalbine yönelmiş zehirli bir hançerdir. Benim ve benimle aynı fikirde arkadaşlarımın yapacağı şey mutlaka ve mutlaka o adımı atanı tepelemektir….”
 
         Atatürk’ün sahte dincilere, dini siyasete alet edenlere karşı tavrı budur. O sahte dinciler, o dini siyasete alet edenler Atatürk’e göre mutlaka  ‘tepelenecek’ kişilerdir. Büyük Nutuk’ta ve ‘Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri’nde geçen bu sözler, 1923 ve 1927 yıllarında söylemiştir. Atatürk Cumhuriyet’i kurarken içerideki bu düşmanlarla da savaşmak zorunda kalmış, İslâm düşmanı sahtekârları barındıran tekke ve imaretleri kapatmıştır.
         Cumhuriyetin yüzüncü yılına yaklaşırken, karanlıklar içinden aydınlık bir Türkiye yaratan Atatürk’ün bu sözlerini unutmayalım. Türkiye’nin aydınlıkta kalabilmesi için Atatürkçü herkesin bir oyuna ihtiyacı vardır. İran gibi karanlık, İran kadını gibi içi ve dışı karanlıklar içinde boğulmuş bir ülke olmak istemiyorsak, 22 Temmuz’da sandık başında olmalı ve oyumuzu mutlaka kullanmalıyız.
 
 
Ahmet TEMİR2
(1912-2002)
(Kazan Türkü Bir Türkolog)
-2-
Mayıs 2010 70. SAYI
 
Yetiştirdiği Bilim Adamları:

(Prof. Dr.) Tuncer Gülensoy: DTCF'nde “Moğolların Gizli tarihinde Hâl Ekleri ve Cümlede Kullanılış Şekilleri” adlı doktora tezinin danışmanı. (1967-1970)
Gülensoy dışında pek çok lisans ve doktora öğrencisine Moğolca dersleri vermiştir.
Ahmet Temir, Türkolog ve Mongolist olmanın yanında çok iyi bir müzisyen idi. Bir gün, eşim Hatice Hanıkm ve büyük oğlum Baybars ile ziyaretine gittiğimizde bize hem piyano hem de keman çalarak, kulaklarımıza da hitap etmişti. Resim yaptığını biliyordum ama yaparken hiç görmedim. Eşimin evleri için yaptığı “koşan adlar” yağlı boya tablosu piyanonun üzerinde asılı duruyordu.
ÜÇok iyi bir santraççı idi. Ankara-Türk Satranç Kulübünü beraber kurmuştuk. Berlin'e her gittiğinde önce satranç kulübüne uğradığını anlatırdı. Ata da çok iyi bindiğini, Kazan'daki köylerinde çocukken at sırtında büyüdüğünü anlatırdı.
2002 yılında Ankara'da vefat eden Ahmet Temir benim, hem lisanstan Moğolca hocam, hem de “Doktora Babam”dır. Öğrenciliğim sırasında ve mezuniyetimden sonra da Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü'nde “Enstitü Başkanı”m olarak 11 yıl birlikte çalıştık. Çok çalışkan, kimsenin işine ve özel hayatına karışmayan, dedi-koduyu hiç sevmeyen bir kişiliğe sahipti. Hani, Nasrettin Hoca'ya “Hoca, bak bir tepsi baklava gidiyor!” demişler. Hoca “Bana ne!” demiş. “Ama sizin eve gidiyor!” diye tekrarlamışlar, “Sana ne!” diye cevap vermiş. İşte böyle bir yapıya sahipti. Son derece bilgili, geçmişini ve özellikle ailesini hiç unutmamış, gönlü Türklük sevdasıyla dolu bir insandı. Çok iyi bir Türkolog ve Mongolistti. Türkçenin bütün lehçelerini, Moğolca, Rusça, Almanca, İngilizce, Fransız, Farsça ve Arapça'yı iyi biliyordu. Titiz çalışır, yanındakilerin de öyle çalışmalarını isterdi. Yanında Doktora çalışması yaparken, bana daima doğru olanı gösterdi. Şişirme işi sevmezdi. Doktora planımı ilk defa gösterdiğimde, pek çok maddeyi çizip atmış, açıkçası beni oldukça korkutmuştu. “Biz krala kitap yazmıyoruz! Bu doktora tezi, Moğolcanın en büyük âlimi Nicholas Poppe'nin ilgisini çekmeli, ona hitap etmelidir!” sözleri hâlâ kulaklarımda çınlar. “Sözlükler bakılmak için yazılmıştır. Bir kelimeyi biliyorsan bile, emin olman için yine de bakmalısın!” sözü kulağımda küpedir.
Beni Moğolca asistanı olarak alamadığı için çok üzülürdü. DTCF'de arka arkaya dekanlık yapan iki arkadaşı da söz verdikleri halde asistanlık kadrosu açamadıkları için onlara kırılmıştı. Ben Doktora yaptıktan üç yıl sonra Prof. Dr. Zeynep Korkmaz'ın kürsüsüne Türk Dili Dr. Asistanı olarak girdiğim zaman buna razı olmuş fakat iki yıl benimle konuşmamıştı. Sebebi de “Sen Moğolca üzerine Doktora yaptın, bu konuda ilksin. Dil kürsüsüne geçince Moğolca çalışamayacaksın. Bu da senin ve Moğolca için kayıp olacak!” düşüncesiydi. Fakat, ben Onun bu endişesini unutturdum Zira, hiçbir zaman Moğolcayı bırakmadım. “Altan Topçi” adlı Moğolca çok önemli eseri Türkçeye tercüme ederek yayımladım. Altayistik ve Mongolistik üzerine, Türkçe ve İngilizce pek çok makale yazdım ve yurt dışı kongrelerde de tebliğler sundum. 1987, 1990, 1995 ve 2004 yıllarında Moğolistan'da bulundum, “Moğolistan Bilimler Akademisi Moğol Araştırmaları Kurumu”na Türkiye'yi temsilen ilk defa yönetim kurulu üyesi seçildim.
Hayatının son yıllarını da makale ve kitap yazarak geçiren Hocam, sık sık beni Ankara'ya davet ederek görüşür, hayatının özel bölümlerinden bahsederek bana bazı mesajlar verirdi. Bir görüşmemizde, donan Gençlik Parkı havuzunda kızı Bahşayiş ile paten yaptıklarını gülerek anlatmıştı. Yetmiş yaşın üzerinde, ak saçlı, ufak-tefek bir adamın patenle havuza indiğini gören gençler “Şimdi poposunun üzerine oturacak!” diyerek bakmışlar. Ama Hocam paten ile kayıp figürler de yapmaya başlayınca hep birlikte alkışlamışlar. Son görüştüğümüzde artık gözleri iyi seçemiyordu. Gözlükle birlikte büyüteç kullandığını da görünce çok üzülmüştüm. Yaşı 92 idi. Elleri de titriyordu. 1963 yılında tanıdığım Ahmet Temir'in kırk yıl sonra bu durumda bulunması, hayatın ne kadar zor geçtiğinin bir göstergesi idi. Vefat ettiği haberini sevgili eşi Râna hanım telefonla bildirince çok üzgündüm. Kayseri'deydim. Hemen dost ve arkadaşlarımı, Hocanım arkadaşlarını haberdar ettim. Kocatepe Camiinde kılınan cenaze namazına öğrencilerinden Hamza Zülfikar ile birlikte katıldık ve aziz naaşını, Karşıyaka Mezarlığında ovaya bakan bir mezara defnettik. Nur içinde yatsın.
Eserleri:
A.Kitaplar:
Moğolların Gizli Tarihi. Monggol-un Niuça Tobça'an, I. Tercüme, Ankara 1948, LII+300 S. TTK yay.
Die Konjunktionen und Satzeinleitungen im Alt-Türkischen, Berlin 1958.
Kırşehir Emiri Caca oğlu Nur el-Din'in 1272 tarihli Arapça-Moğolca Vakfiyesi, Ankara 1960, VI+330+A-F S.+12 resim.
Yusuf Akçura, Ankara 1987, 103 S+5 resim. Kültür ve Turizm Bakanlığı yay.
Moğolların Gizli Tarihi'ne Göre Cengiz Han, Ankara 1989, XI+158 S. Kültür ve Turizm Bakanlığı yay.
Türkoloji Tarihinde Wilhelm Radloff Devri. Hayatı-İlmî Kişiliği-Eserleri, Ankara 1991, XVI+191 S.
Tercümeler:
Taberî, Milletler ve Hükümdarlar Tarihi, Çevirenler: Zakir Kadirî Ugan-Ahmet Temir, Dünya Edebiyatından tercümeler, Şark İslâm Eserleri: 32, Maarif Vekâleti Ankara, Maarif Basımevi. I*, I**, I***, II*, II**, III, IV. ciltler. 1954, 1955, 1958. W. Radloff, Sibirya'dan (Aus Sibirien). Çeviren: Dr. Ahmet temir. Bilim Eserleri serisi. Rus Bilim eserleri serisi: 2. Maarif vek3aleti, İstanbul, Maarif Basımevi. I*, I**, II*, II**. Ciltler. 1954, 1956, 1957.
B.Makaleler:
Ahmet Temir'in İslâm Ansiklopedisi, Türk Ansiklopedisi, Encyclopaedia Britannica, Handbuch der Orientalistik, Türk Dünyası El Kitabı (TKAE yay.) gibi ansiklopedi ve kollektif eserlerde; Belleten (TTK), Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Dergisi, Türkoloji Dergisi (Ankara), Türk Dili, Türk Yurdu, Türk Kültürü, Cultura Turcica, Türkiyat Mecmuası, Kazan Dergisi, Arayış, Yeni Forum, Millî Kültür; Oriens, CAJ (Holanda), UAJB (Almanya), Dergi (Almanya), JAOS (ABD), WZKM (Avusturya), ZDMG (Almanya), FAS (Almanya), Turcica, PIAC Newsletter gibi bilimsel dergilerde ve bazı gazetelerde makaleleri yayımlanmıştır. Bu yazıların künyeleri için bk.
Tuncer Gülensoy, Prof. Dr. Ahmet Temir'in Hayatı ve Eserleri, Kayseri 1983, (küçük boy) 38 S., ERCİYES dergisi yayınları:1
Türk Kültürü Araştırmaları, Yıl: XXX/1-2, 1992, Ankara 1993, Prof. Dr. Ahmet Temir'e Armağan. 290 S.+ 1 Ahmet Temir'in yayınlanmamış Pentatonik Keman Konçertosunun Adagio'sundan bir yaprak. [s. 91-117: Ahmet Temir'in eserlerinin bibliyografyası]
Makalelerinden Seçmeler:
“Uygurca kaltı ve Altay dillerindeki ka-zamiri hakkında”, Beşinci Türk Dili Kurultayı 1945. Birleşmeler, Tutanaklar, Tezler. Cumhuriyet Basımevi, İstanbul 1946, s. 280-293.
“Uygurca ançulayu ve Altay dillerindeki ançu sözü hakkında, Türk Dili-Belleten, Seri:III, Sayı: 6-7, İstanbul 1946, s. 569-589.
“Uygurca yme sözü hakkında”, Türk Dili-Belleten, Seri: III, Sayı: 12-13, 1949, s. 33-40.
“Azak”, tarih. Türk Ansiklopedisi IV, Ankara 1950, s. 405-406.
“Zwei Dokumente zur neueren Geschichte Ost-Turkestans”, Oriens IV, 1, Leiden, Brill 1951, s. 81.
“Anadolu'da İlhanlı Valilerinden Samagar Noyan”, Fuad Köprülü Armağanı, İstanbul 1953, s. 495-500.
“Türkçe ile Moğolca arasındaki ilgiler”, DTCF Dergisi XIII, 1, Ankara 1955, s. 1-25.
“Die Konjunktionen und Satzeinleitungen im Alt-Türkischen I”, Oriens IX, 1, Leiden 1956, s. 41-85; Oriens IX, 2, s. 233-280.
“Nicholas Poppe (1897*). Altmışıncı Doğum Yılı Dolayısıyla Hayatı ve Eserleri Üzerine Bir Deneme”, AÜ. DTCF Dergisi XVI/1-2, 1958, s. 41-52.
“Dil Dâvamız, Dil Kurumu ve Akademi Meselesi”, Türk Yurdu II/6, Ankara 1960, s.41-43.
“Ein osttürkisches Dokument von 1722-1741 aus Turfan”, UAJb XXXII, Wiesbaden 1961, s. 193-198+1 levha.
“Die nordwestliche Gruppe der Türksprachen”, Handbuch der Orientalistik V. Altaistik, 1. Turkologie, Leiden-Brill, 1963, s. 161-173.
“Anadolu'da Uygur yazısı ile yazılmış belgeler”, Türkoloji Dergisi I/1, 1964, s. 143-148.
“Abdullah Tukay”, Türk Kültürü III/31, Mayıs 1965, s. 469-472.
“I. Reşid Rahmeti Arat'ın hayatı ve eserleri” (M.Ergin ile birlikte). Şu eserin IX-L. Sayfalarında: Reşid Rahmeti Arat İçin, Ankara 1966, L+454 S., TKAE yay.
“Mehmed Fuad Köprülü'nün Ardından”, Türk Kültürü IV/47, Eylül 1966, s. 929-931. (Tuncer Gülensoy ile birlikte)
“Suldus, Suldus (Sulduz)”, İA X/100, 1967, s. 9-11.
“Tarançı”, İA XI, 1970, s. 768-769.
“Tatarların yayılışı”, İA XI, 1970, s. 56-58.
“Hâdi Atlasî (Atlasov)”, Türk Ansiklopedisi XVII, 1970, s. 294-295.
“Tukay Devri Kazan Şairleri”, Kazan Dergisi I/3, Mart 1971, s. 13-17.
“Tatar Sözünün menşei hakkında”, Kazan Dergisi I/3, Mart 1971, s. 41-44.
Türk Dünyası El Kitabı adlı kollektif eserde (Ankara 1976, VBIII+1452 S.) Ahmet Temir'in şu yazıları basılmıştır:
Ural-Altay Dilleri Teorisi, Kuzey Türkçesi, Türk Şivelerinin Tasnifi, Türk Lehçeleri, Kıpçak Edebiyatı, Kuzey Türk Edebiyatı (Tatar-Başkurt), Orta Asya ve Kıpçak Bozkırlarında Kurulmuş Türk Devletleri. Giriş., Türk-Moğol İmparatorluğu ve Devamı, Kazan Hanlığı, Kasım Hanlığı, Nogay Hanlığı, Sibir (Sibirya) Hanlığı, İdil-Ural ve Yöresi, Rusya'da Türklük ve İslâmiyet, Türklük ve Sovyet Rusya, Dış Türklerde Dil ve Yazı, Mercanî, Şehabeddin.
Hakkında Yazılanlar:
Türkiye'de Kim Kimdir. Yaşayan tanınmış kişiler Ansiklopedisi, Dr. Osman Nebioğlu, İstanbul 1961, s. 605.
Meydan Larousse, C. XII, İstanbul 1973, s. 47.
Türkiye 1923-1973 Ansiklopedisi, C. IV, İstanbul 1974, s. 1374, 1376.
Resimli Türk Edebiyatı Sözlüğü, S.K. Karaalioğlu, İstanbul 1974, s. 398.
Günümüz Türkiyesinde Kim Kimdir-Who's Who in Turkey, 2. baskı, İstanbul 1987-1988, s. 585; 4. baskı 1990-1992, s. 648.
Tuncer Gülensoy, Prof. Dr. Ahmet Temir. Hayatı ve Eserleri, Kayseri 1983.
Who's Who in Turkey 1958, by Afşin Oktay, Ankara 1958, s. 172.
Who's Who in Europe, par Ed. Ab der Meaijer, 3e édition, Bruxelles 1972, s. 2971.
European Biographical Directory, English/8th/Edition, Database, Waterloo-Belgique 1989-1990, s. 2324.
Dictionary of International Biography, Vol. XI/2, Melrose Press, Cambridge 1975, s. 1591.
Men of Achievement. Vol. II, Cambridge 1975, s. 917; Vol. V, 1978, s. 602.
Internaional Book of Honor. First World Edition, 1985, s. 615.
Biography International, Vol. III, 1990-91, Delhi, India, s. 397
Ahmet temir, “Ahmet Temir'in Hayatı”, Türk Kültürü Araştırmaları Yıl: XXX/1-2, 1992, “Prof. Dr. Ahmet Temir'e Armağan”, Ankara 1992. TKAE yay. [Ahmet Temir'in otobiyografisinin bir bölümüdür.]
 
Ahmet TEMİR
(1912-2002)
(Kazan Türkü Bir Türkolog)
-1-
Nisan 2010 69. SAYI
 
14.XI.1912 tarihinde, İdil-Ural bölgesinde bulunan Tataristan Cumhuriyeti Bügülme (Bugul'ma) kazasının Elmet (Al'met'yevsk) köyünde doğdu. Babası aynı köden Carullah'ın oğlu Reşid; annesi Tüben Şelçili köyünün meşhur müderrislerinden Abdülfettah Hazret'in kızı, mahakkenin kraliçesi, kızlar mektebinin öğretmeni, Ahmet Temir'in ifadesine göre “son derece fedakâr, dindar ve millyetçi asil ruhlu bir kadın olan” Zeyneb Hanım (Zeyneb Abıstay)'dır (doğ. 1878- ölm. 12.IV.1978/Astrahan).. Babasının ailesi Reşid daha küçük yaşta iken Türkiye'ye göç etmişler; annesi Halep'te, babası da Medine'de vefat etmiştir. Reşid, on yıl kadar Mekke ve Medine medreselerinde okuduktan sonra, Osmanlı İmparatorluğunun Mısır, Suriye, Irak ve Anadolu gibi bölgelerini gezdikten sonra Elmet'e dönmüş, Ufa şehrindeki “Orenburg Mahkeme-i Şer'iyesi”nde “İmam, Hatip ve Müderris (profesör)” pâyesini kazanıp öğretmen ve imam olarak köyünde yerleşerek Zeynep hanım ile evlenmiştir.
1920 yılı yazında başlayan büyük bir kuraklık sonucunda memlekette açlık olacağı anlaşılınca, ailesi yer değiştirmek zorunda kalır ve Elmet'in bağlı bulunduğu Kaza şehri olan Bügülme'ye gelirler. Babası Bügülme Kantonu ikinci nahiye müdürlüğüne atanır.

Ahmet Temir'in 5 kardeşi daha vardır:
1.si: Muhemmed Abi (1908/Elmet 13.VIII.1943/savaşta)
2.si: Beşir: (1915/Elmet-2.V.1955)
3.sü: Havva (1919-) “Emekli doktor”/Mahaç Kala-Dağıstan'da yaşıyor.
4.sü: Sagit (Sait) (1923- ) “Ziraat mühendisi”/Mahaç Kala-Dağıstan'da yaşıyor.
5.si: Gamir (Amir) (1926-) “tabip profesör”/Volgagrad'da yaşıyor.
Babası Carulllah oğlu Reşid Yarullin, 27 Ekim 1937'de Kazan'da kurulan askerî mahkemenin kararı ile 15 Şubat 1938 günü, İdil-Ural bölgesinde Sovyet rejimini yıkarak bir Türk-Tatar devleti kurmak maksadı ile kontr-revolüsyoner teşkilât meydana getirmek, yabancı devletlerle temasa geçerek ve Sovyetler aleyhinde bilgi vererek casusluk yapmak, Hadi Atlasî (eşi, Ahmet Temir'in teyzesi Hüsnükemal idi) başkanlığında yürütülen bu teşkilâta girerek ona yardımcı olmak gibi suçlardan, 9 kişi ile birlikte, kurşuna dizilerek şehit edilir. [195o'den sonra bu mahkemenin kararları iptal edilerek hapise atılan 15 kişiden sağ kalanlar serbest bırakılır ve 1938 yılında idam edilenlerin adları da temize çıkarılır.]
Ahmet Temir'in ilk tahsili çok intizamsız geçer ve uzun sürer. Elmet'te üç yıl tatar mektebinde okuduktan sonra onu bitirmeden taşındıkları Bügülme'de Rus mektebine gönderilir. Rusçası zayıf olduğu için, yeniden birinci sınıftan okumaya başlar. Temir, harıralarında: “Bu okulda çok eziyet çektim. Tatar diye çok tahkir ederler, sıradan itip düşürürlerdi” diye anlatır. İkinci ve üçüncü sınıfları seviyeli bir okul olan özel bir okulda; 4. sınıfı başka bir okulda; 5. sınıfı da Sokol köprüsü tarafında Puşkin okulunda okur. Bu okulda iken Rusçayı iyice öğrenir, keman ve piyano çalmaya başlar ve iyi de resim yapar. Almancayı Volga boyu Alman kolonilerinden bir Fräulein ile Avusturyalı savaş esirlerinden Santo adında birisinden öğrenmeye başlar.
1925 yılı sonunda 6 yıllık Rus lisesinin ilk sınıfına yazılır. İkinci sınıfa geçtiği 1926 yılında, “ailevî yönden menşei proleter olmadığı, bir din ve bilim adamının çocuğu olduğu için” okuldan çıkarılır. Üç yıl okuldan uzak kalan Ahmet, Kazan, Moskova ve Leningrad'dan getirttiği kitapları okuyarak kendisini yetiştirmeye çalışır. Rus yazarlarından Tolstoy, Puşkin, Maksim Gorki ve Turgenyev'i okur. Avrupalı ve Amerikalı yazarları Rusça tercümelerinden takip eder; Alman ediplerinden Goethe ve Schiller'i tanır ve bazı eserlerini okur. Fransız ediplerinden Victor Hugo'nun “Sefiller”i ve Guy de Mopassant'ın hikâyeleri masasındaki eserler arasında bulunur. Jean Jaques Rousseau'nun “Emile”ini de daha o zamanlar okur. İngiliz edebiyatından Robinson Crusoe'yı; Walter Scott'un ve Charles Dickens'in bazı hikâyelerini, Thomas Carlyle'i; Amerikan yazarlarından Edgar Allan Poe ve Jack London'un eserlerinin külliyatını okuyarak Avrupa ve Amerika edebiyatı hakkında engin bilgiye sahip olur. Bütün bunların yanında, küçüklüğünden beri kütüphanelerinde bulunan çok sayıda kendi millî edebiyatları ile ilgili eserleri, Şura, Ang, Ak Yol, Meşveret, vb. gibi mecmuaları; Abdullah Tukay gibi millî şâirlerin şiirlerini; Türkiye'den getirttikleri Ahmet Refik'in 6 ciltlik Tarih-i Umûmî'sini; Şemseddin Sami'nin Kâmus-u Türkî'si ile Kâmusü'l-Alâm gibi pek çok eser elinin altından eksik olmamıştır.
1927-1928'lerde, babasının teşviki ile, Rostov-Don şehrindeki mektupla ders veren “Poliglot” adlı okula yazılır ve bu arada teknikerlik ve İngilizce dersleri de alır.
Babasının “Burada kendi kendine çalışıyorsun amma diploman olmayınca bunun pratik bir değeri yoktur. Rusya içinde okuman da imk3ansız. En iyisi, siz arkadaşlarınızla birleşip Türkiye'ye kaçın. Orada hem okur, hem iyi insan olarak yaşarsınız. Orası kardeş bir ülkedir” sözü üzerine 1911 doğumlu Abdülahat (Ahat Ural Bikkul) ile 17 Haziran 1929 Pazartesi günü daha gün doğmadan yola çıkarlar. Ufa'dan gelip Simbir'e gidecek olan trene binerler. Simbir'den bir at arabası ile Volga'nın iskelesine giderler; oradan vapur ile Stalingrad'a ulaşırlar. Oradan Astrahan'a, oradan da trenle Batum'a varırlar.
Batum'da geçirdikleri zorlu günlerden sonra, Türkiye'de Şavşat ile Ardanuç arasında bir jandarma karakolunda 8 Temmuz 1929 günü yeni hayatlarına başlarlar. Ahmet ve arkadaşı Ahat yazı Şavşat ve Ardanuç üzerinden Artvin'e gelirler ve yazı burada geçirirler. Millî Eğitim bakanlığı'nın emri ile Trabzon Muallim Mektebi'ne yerleştirilirler. Beş yıl parasız-yatılı olarak okudukları bu okulun kapanması üzerine 1934 yılında Haydarpaşa Lisesi meslek kısmında okuyan Ahmet Temir, 1935'te buradan mezun olur.ss
1935 yılında Ankara'da Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi'nde bir semester Prof. M.F. Köprülü, Macar Prof. L. Ràsonyi, Prof. G. Rohde'nin derslerine devam eden A. Temir, 1936 yılında “Humboldt-Stiftung” tarafından verilen bursu kazanarak, Almanya'ya gider ve Berlin Üniversitesine kaydolur. Bu üniversitede Prof. Annemarie von Gabain ve Prof. R. Hardtmann'dan Türkoloji; Prof. E. Haenicsh'ten Moğolca ve Çince; Prof. M. Vasmer'den Slavistik dersleri alır. Bu arada, Üniversite orkestrasına da kemancı olarak katılır. Bu arada, Üniversitenin Şark Seminerinde açık bulunan “Tatarca lektörlüğü”ne de atanan Temir, 1943 yılına kadar burada görev yapar.
“Die Konjunktionen und Satzeinleitungen im Alt-Türkischen” adlı Doktora tezi hazırlayarak 17.VI.1941'de sözlü sınavı verir; 2.VII.1943 tarihinde yapılan “Promotin” ile Dr. Phil. (Felsefe Doktoru) unvan ve payesini kazanır. 1943 yılında Türkiye'ye döner, 1946 yılına kadar 39. Tümen'e bağlı Pozantı 47. Dağ Alayı'nda emir subayı ver sonradan Alay Adlî Subayı olarak görev yapar. 1946 yılında, Kazan Türklerinden Zakir Kadiri Ugan (doğ. 1878/Kandal köyü-22 Ekim 1954/Ankara) ile Kazanlı millî şâirelerden Saniye İffet Hanım'ın kızı Azat Hanım ile; Onun vefatı üzerine de ikinci defa, 1962 yılında Rana (Soytekin) Hanım ile evlendi. Bu evlilikten 1964 yılında Bahşayiş Zeyneb adında bir kızları oldu.
Askerden sonra, 1947-1951 yıllarında Millî Eğitim Bakanlığı Müzeler Genel Müdürlüğünde çalışır; 1952 yılında Hamburg Üniversitesi'nin daveti üzerine tekrar Almanya'ya giderek iki yıl Türkçe lektörlüğü yapar. Burada bulunduğu sırada hazırladığı “Die arabisch-mongolischer Stiftung surkunde von 1272 des Emirs von Kırşehir Cacaoğlu Nur el-Din” (Kırşehir Emiri Cacaoğlu Nur el-Din'in 1272 tarihli Arapça-Moğolca Vakfiyesi) adlı tezini hazırlar ve 1.VIII. 1953 tarihinde “Türkoloji ve Moğolca Doçenti” unvanını kazanır.
1954'te Türkiye'ye dönen Temir, 6 ay kadar Hasanoğlan Öğretmen Okulu'nda Türkçe öğretmenliği yapar, 1955 Martında da Ankara Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesine Doçent olarak atanır. 1961 yılında Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü'nün Abidin İtil ve Osman Nedim Tuna'dan oluşan üç kurucu üyesinden birisidir. Bu kuruluş 1962-1975 yılları arasında “Başkan” olarak yönetir; Türk Kültür, Türk Kültür Araştırmaları, Cultura Turcica adlı dergilerin sahipliğini yapar.1962 yılında Profesörlüğe yükseltilerek bu Fakültedeki ders ve bilimsel çalışmalarını sürdüren Temir 1982 yılında yetmiş yaşını doldurarak emekli olur.
21-26 Ekim 1973 tarihleri arasında Ankara'da toplanan Permanent Internatioanal Altaistic Conference (PIAC) [Daimi Milletler Arası Altaistler Konferansı-DAMAK]'ın Başkanlığını yapar.
Üyesi Olduğu Dernekler:

-Milletler Arası Şark tetkikleri Cemiyeti (International Society for Oriental Research), Frankfurt-İstanbul.
-Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü, kurucu üye.
-Türk Dil Kurumu, asıl üye.
-Fin-Ugor Cemiyeti (La Sciétè Finno-Ougrienne, Helsinki 1973.
-Permanent International Altaistic Conference (Daimî Milletler Arası Altayistler Konferansı) (PIAC/DAMAK), Bllomington-Indıana.
-Institut zur Erforschung der UdSSR (Sovyetler Birliğini Öğrenme Enstitüsü), Berlin
-International Society of Phonetic Studies (Milletler Arası Fonetik Araştırmalar Cemiyeti), Florida Üniversitesi-Gainesville.
-Burd deutscher Fernschfreunde,
Hamburg, 1955-1978.
-Ankara Satranç Derneği (1968 kurucu, 1975'e kadar Başkan, sonra üye)
  
Mart 2010 68. SAY
2. BAYAT:  XVI. Yüzyılda Bayatların Anadolu'daki iki kolu Ankara'nın Kalecik ilçesinde yurt tutmuş, bunlardan biri Çuna, diğeri de Tavşancık köylerine yerleşmişlerdi (31). Bu yüzyılda Bayat adını taşıyan bir oymağa Kütahya Yörükleri arasında da rastlanmaktadır. Kütahya'nın Geyikler yöresinde yaşayan bu oymak, II. Bayezıd döneminde 53 vergi nüfusuna sahipti. Aynı yüzyılda, bugün bir ilimiz olan Uşak yöresinde yaşayan Boz Kuş [hâlen Uşak'ın en büyük köylerinden Bozkuş /Bolguş da denir/]adlı büyük bir oymağın obaları arasında da 25 vergi nüfuslu Kara Bayat adlı bir topluluk vardı (32). Ayrıca, Şeyhlu ve Uşak ilçeleri ile Kütahya merkez ilçede 112 vergi nüfuslu 3 Bayat adlı köy; Aslanapa bucağına bağlı 241 nüfuslu, bir diğeri Sabuncupınar bucağına bağlı 372 nüfuslu Bayat adlı 2 köy daha vardı (33). Bugün Denizli, Afyon ve Aydın'da birer; Manisa-Güzelhisar, Gördes ve Soma'da 3 Bayat adlı köy bulunmaktadır.
Kayseri ve yöresinde: Niğde-Bor'da, Sivas-Yıldızeli'nde, Yozgat-Osmanpaşa bucağında (Bayatören/eski: Bayatviran) Bayat adlı köy adlerı bulunmaktadır.   
3. YAZIR: Anadolu'da Ankara, Antalya, Aydın, Burdur, Çorum, Denizli, Edirne, Eskişehir, Gaziantep, Kayseri, Konya ve Tekirdağ'da 18 Yazır yer adı bulunmaktadır.
4. DODURGA: Kaynaklarda Todurga ve Tödürge biçimlerinde de geçen bu boy adı Sivas-Zara'da Tödürge olarak yaşamakta idi. Sonraları 'Demiryurt' olarak değiştirilmiştir.
5. DÖĞER: Kaynaklarda Döğer, Düğer, Döver, Düverlik biçimlerinde geçen bu yer adı Kayseri-Himmetdede bucağına bağlı 1 köy adında bulunmaktadır.
6. AVŞAR: Avşarlar XI. Yüzyıldan itibaren Türk tarihinde önemli roller oynayarak adlarını zamanımıza kadar yaşatmış olan tek Oğuz boyudur.  XV. ve XVII. Yüzyıllarda Anadolu'da Boz Ulus, Dulkadırlı Avşarları [Maraş, Kars, Boz Ok, Yeni İl, Sis (Kozan)], Aydın ve Uşak'ta oldukça kalabalık bir Avşar topluluğu bulunuyordu (34).  Uşak yöresi, XVI. Yüzyılda büyük bir Yörük topluluğunun yaşadığı yer idi. II. Selim zamanında bu Yörük topluluğu arasında oldukça büyük bir Avşar oymağı da bulunmaktaydı. Bu oymak, Hoca Fakihlu (54 vergi nüfuslu) (35), Öksüzler (102 vergi nüfuslu) (36), Musacalu (56 vergi nüfuslu), Avşar (56 vergi nüfuslu) (37) olmak üzere beş obaya ayrılmıştı. (38).
Kayseri ve yöresinde Avşarpotuklu, Avşarsöğütlü; Sivas ve Yozgat yöresinde Avşar adlı 6 köy bulunmaktadır. Kayseri Avşar boyunun en yoğun yaşadığı yörelerimizin başında gelir. 
7. KIZIK: Tarihî kaynaklarda geçmemesine rağmen tahrir defterlerinde Kızıklara ait 28 yer adı tespit edilmiştir (39). Faruk Sümer'e göre, Kızık yer adlarından beşinin Ankara'nın Çubuk ve Ayaş ilçelerinde görülmesi, bu bölgeye Kızık boyuna ait oldukça önemli bir zümrenin yerleştiğini gösterir (40). XVI. Yüzyılda Kütahya Sancağında yalnız 1 Kızık adlı köy (41); Karahisarı Sâhib Sancağı Sanduklu ilçesinde 1 Yaka Kızık ve 1 Kızık  adlı köy vardı. Bugün Emet-Örencik Bucağı-Hacıbekir Kasabası ile Köprüören Bucağına  bağlı 2 Kızık; Simav ilçesi Demirci Kasabasına bağlı bir Kızıkcık köyü olmak üzere 3 köy vardır (42). Bu köy adlarının XVI. Yüzyıldaki tahrir defterlerinde kayıtlı bulunmasından dolayı, yerleşmelerin bu yüzyıldan sonra olabileceği görüşü daha uygundur. Günümüzde Manisa yöresinde Kızık adlı yer adı bulunmamakla birlikte, en yakın il olan Balıkesir'de 1 Kızık, 1 de Kızıklı olmak üzere 2 yer adı vardır.
Bugün Kayseri'de 2 Kızık adlı köy vardır. Kırşehir-Kamanda Kargınkızıközü; Sivas-Zara-Şerefiye'de Kızık adlı1 köy bulunmaktadır.
  8. BEĞ-DİLİ: Anadolu'da Beğdili, Beydili, Badıllı (Malatya'da bir mahalle adı) olarak geçen bu boy adına XVI. Yüzyılda Bedil biçiminde de rastlanmıştır. Kayseri'ye komşu olan Sivas-Hafik'te Beydili adlı 1 köy vardır. Diyarbakır yöresindeki Malabadi köprüsünün adındaki [Badi] sözcüğü de beğ-Dili'den bozulmadır: Beğ-Dili > Beydili > Bedili > Badıl(l)ı > Badili > Badi.  Malabadi'nin anlamı 'Beğdililerin malı' demektir.
9. KARGIN: Bu boy adı Kırşehir'de Kargın-Kızıközü, Kargın-Meşe, Kargın-Selimağa, Kargın-Yenice; Sivas'ta Kargın (2), Niğde'de Kargın (1) adları ile yaşamaktadır.
10. BAYINDIR: Anadolu'nun pek çok yöresinde bulunan bu boy adına Kayseri yöresinde yalnız Kırşehir-Kaman'da rastlanmaktadır.
11. ÇEPNİ: Kaynaklarda Çepni, Çetmi ve Çetme olarak geçen bu yer adına Kırşehir-Merkez ve Sivas-Gemerek'te Çepni olarak rastlanır.
12. SALUR: Yörede Kayseri-Güneşli bucağı; Yozgat-Sorgun'da Salur, Nevşehir'de
Aksalur adı ile bulunmaktadır.             
Salur, Oğuzların tarihinde önemli roller oynamış boylardan birisidir. Moğol devrine kadar Salgur biçiminde yazılan bu boy adı /-g-/ sesinin düşürülmesi ile Salur olmuştur.  Dede Korkut Destanlarında adı geçen Salurlar, Oğuz elinde en şerefli mevkide bulunuyorlardı. Oğuz elinin hâkimi Kazan Beg de Salurlardan idi. Salurların Orta Asya ile Fars bölgesinde uzun ve muhteşem bir tarihî geçmişi vardır. Salurlardan ayrı ayrı kollar o zamanki Kürt ve Fars bölgelerinde yurt tutarak siyasî faaliyet göstermişlerdi. XIII. Yüzyılın ikinci yarısında Denizli kesimindeki uc beylerinden Salur Beğ'in bu boydan olduğu bilinmektedir.
 
13. YÜREĞİR: Kaynaklarda Yüreğil, Üreğil, Öreğil, İregür ve Öregel biçimlerinde geçen bu Oğuz boyu yer adına  Kayseri-Güneşli bucağı ile Sivas-Hafik/-Şarkışla'da rastlanmaktadır.
 14. KINIK: Kınıklar, bilindiği gibi, Selçuklu hânedanını çıkaran boy olup, F. Sümer'in 'Oğuzlar  Türkmenler' adlı eserinde verdiği cetvelde 81 köy adı ile Kayı ve Avşarlardan sonra üçüncü sırada yer almaktadır (43). XVI. Yüzyılda Anadolu'da Ankara ve Aydın yörelerinde Kınık toplulukları vardı. Ankara Yörükleri arasındaki Kınık oymağı 123 vergi nüfuslu olup, Seferihisar (Sivrihisar) yöresinde yaşamakta idi. Aydın sancağında ise Karaca Koyunlu  topluluğu arasında bulunan Kınık oymağının vergi nüfusu 37 idi. Bu yüzyılda Kütahya Sancağında da çok kalabalık bir Kınık topluluğu yaşamıştır. Yaka Kınık, Dere Kınık, Toyca Kınık ve Kınık ( 3 adet) adlı ve toplam 254 vergi nüfuslu 9 köy adı bulunmaktaydı (44). Bugün ise Kınık adı yalnız Simav ve Kütahya Merkez ilçeye bağlı 2 köy adında yaşamaktadır. Afyon, Balıkesir ve İzmir'de 1'er; Manisa-Gördes, Demirci ve Selendi'de 3 Kınık köy adı bulunmaktadır.
15. EYMÜR: XVI. Yüzyıl Anadolu'sunda bu boya ait 71 yer adı vardı (45). Bu yer adlarından 5'i Kütahya Sancağına bağlı Altuntaş, Aslanapa, Yalak, Şeyhlu ve Homa kazalarına bağlı köylerdi (46). F. Sümer, 'Anadolu'da Üçoklu Oğuz Boylarına Mensup Teşekküller' (47) adlı makalesinde Eymürlerden bahsederken, İmir, İymir, Eymur ve Emir adlarını taşıyan köylerin adlarını Eymür adına bağlamaktadır. Bu görüşe dayanarak, bugün Altıntaş ilçesine bağlı 489 nüfuslu (48) Eymir adlı köyün dışındaki Emirler (Tavşanlı, 351 vergi nüfuslu) (49)'i de Eymür ile birleştirebiliriz. XVI. Yüzyılda Batı Anadolu'da Söğüt ve Aydın yöresinde Eymir boyuna rastlanmıştır. Bunlardan Söğüd'de olanı Söğüt Yörükleri arasında idi ve Eymürlü adını taşıyordu (50). Aydın yöresinde ise Karaca Koyunlular arasında Eymirler ve Sarı Eymir Oğlu İsa adlı iki oymak bulunmaktaydı. Bunlardan Eymirler veya İmirler adını taşıyan oymak 111; Sarı Eymir Oğlu İsa adlı oymak da 71 vergi nüfuslu idi (51).
Yörede Sivas-Hafik/-Kangal-Kavak/-Zara'da Eymir; Tokat-Reşadiye'de Eymür; Yozgat-Sorgun'da Eymir olarak rastlanmaktadır.
16. BÜĞDÜZ: Anadolu'da Büğdüz, Büydüz biçimlerinde Ankara-Çubuk-Akyurt, Burdur (Merkez), Çankırı-Orta, Çorum (Merkez), Eskişehir-Alpu buc., Gaziantep-Oğuzeli'nde rastlanan bu boy adı Kırşehir-Kaman'da Büğüz olarak görülür. (-d-) ünsüzü düşmüş olmalıdır. Niğde'e de Büğdüzaman birleşik adında yaşamaktadır.
  *****
 [Anadolu'daki Oğuz boylarının dağılımı için bk.: T. Gülensoy, '24 Oğuz Boyunun Anadolu'daki İzleri', Türk Halkbilim Araştırmaları Yıllığı 1977, s. 73-97.]
 
NOTLAR:
31. F. Sümer, a.g.e., s. 231
32. a.g.e., s. 232; F. Sümer, 'Bayatlar', TDED IV/4, 1952, s. 382, 393
33. Kütahya İl Yıllığı-1973, s. 61-63.
34. Şimdiki adı: Hocalar
35. Şimdiki adı: Öksüz
36. Şimdiki adı: Mollamusa olan 490 nüfuslu bu köy olabilir. (34-36. notlar için bk. 1970
Genel Nüfus Sayımı, s. 581-582)
37. Uşak il sınırları içinde Avşar adlı bir köy yoktur.
38. F. Sümer, Oğuzlar, s. 277
39. F. Sümer, a.g.e., 295
40. a.g.e., 295
41. gös.yer.
42. 1970 Genel Nüfus Sayımı, s. 582
43. F. Sümer, Oğuzlar, s. 369
44. a.g.e., s. 459
45. F. Sümer, Oğuzlar'daki cetvel, s. 449-450
46. gös.yer.
47. F. Sümer, 'Osmanlı Devrinde Anadolu'da Üçoklu Oğuz Boyuna Mensup Teşekküller',
      İktisat Fakültesi Mecmuası, C. XI/1-4 (1949-1950), s. 459-466
48. Kütahya İl Yıllığı-1973, s. 67
49. gös.yer. 
50. Oğuzlar, s. 347
51. a.g.e., 348
Bitti
 
 
 
 
 
Şubat 2010 67. SAYI
 
 Bugün Orta Asya adı verilen 'Uluğ Türkistan'dan, XI. Yüzyıldan itibaren yaptıkları sürekli göçler ile Anadolu'nun hemen her yöresine yerleşerek, bu toprakların doğudan batıya Türkleşmesinde asıl rolü oynayanlar çeşitli Oğuz boylarıdır. Bugünkü Kazakistan'ın Otrar ve Sayram adlı tarihî şehirleri ile Yesi ve Horasan bölgelerinden önce İran ve sonra Anadolu'ya gelen bu boylardan bazıları Anadolu Selçuklu İmparatorluğu zamanında hemen yerleşik hayata geçmişlerdir. Çünkü bu boyların büyük bir bölümü Asya'daki yaşadıkları coğrafyada da yerleşik hayatta idiler.(1) Bununla birlikte, bugün olduğu gibi, bazı Oğuz boy, soy, oymak, aşiret ve cemaatleri de eski göçebe yaşayış ve geleneklerine bağlı kalmışlardır.
Türklerin Anadolu'ya gelerek yurt tutmaları 1071'den çok öncedir. Daha Roma İmparatorluğu döneminde Anadolu'ya 'lejyoner' olarak getirilen Peçenek Türkleri ile Bizans döneminde İstanbul Boğazı üzerinden getirilerek Bartın'dan itibaren Karadeniz sahili boyunca yerleştirilen Kuman-Kıpçak Türkleri Anadolu'nun ilk Türk sâkinleridir. Daha sonraları Karadeniz'in kuzeyinden Kafkaslar yolu ile Doğu Anadolu'nun pek çok yöresinde yurt tutan Part Türkleri de Saka Türklerinin en büyük boyudur. Bugün Diyarbakır yöresindeki Karacadağ'da yaşayan sarışın, mavi ve yeşil gözlü, beyaz tenli insanların ataları Peçenek, Kuman-Kıpçak ve Saka Türkleri olup, kürtlükle hiçbir ilişkileri yoktur. Karacadağ Kürtleri olarak adlandırılan yöre insanlarının aslı Karacadağ Türkmenleri'dir.
Bu araştırmada, konu olarak işlediğimiz 'Kayseri ve Yöresi'nin tarihi üzerinde durulmayacağı gibi, bir zamanlar bu yörede yaşamış olan Türk dışı unsurlar hakkında da bilgi verilmeyecektir.(2)Büyük Selçuklular 1071'de kazandıkları Malazgirt Meydan savaşından sonra Anadolu'nun fethine başladıkları zaman, kendilerine bağlı aşiretlerle birlikte, sonradan Osmanlı Devletini kuracak olan Kayı boyunu da bölgenin çeşitli yerlerine iskân etmişlerdir. (3)
Anadolu'daki bu Kayıların IX. Yüzyıldan itibaren Selçuklularla birlikte Ceyhun nehrini geçerek İran'a geldikleri hakkında tarihçiler aynı görüşü paylaşırlar. Bir rivayete göre Kayılar, Horasan'da Merv ve Mahan taraflarına yerleşmişler; daha sonra, Moğolların saldırıları üzerine yerlerini bırakarak Azerbaycan toprakları ile Doğu Anadolu'da Ahlat ve Adilcevaz taraflarına gelmişlerdir.
Tarihî ananelere göre Türkmenlerin Boz Ok ve Üç Ok boyları, I. Alâaddin Keykubad (1219-1236) zamanında Ankara'nın batısındaki Karacadağ yörelerine yerleştirilmişler; Boz Ok'lardan olan Kayıların bir kısmı XIII. Yüzyılın ortalarında, bulundukları yerlerden göçerek yeni fethedilmiş Domaniç ve Söğüt topraklarına yerleştikleri görülür. Bugün Bilecik ilinin merkezine bağlı Mahan ile Tavşanlı, Domaniç ve Emet yörelerindeki Kayı adlı köyler Selçuklu tarihi ile ilgilidir.
Anadolu'nun batısında Kastamonu ve Balıkesir yöresine kadar uzanan sahada kurulan bazı beyliklerin aslını oluşturan Türkmenler, Kayılara ve onların aynı boy içinde akrabaları olan Bayat ile Alka Evli'lere dayanmaktadır. (4)
Batı Anadolu'da Kütahya, Eskişehir, Uşak ve yörelerinin Türkleşmesi Selçuklu Sultanı II. Kılıç Arslan'ın 1177 ve 1182 yıllarında yaptığı seferlerle ilgilidir. (5) İleride Anadolu'nun hemen her yöresinde adlarını göreceğimiz Kınık boyunun da Kayılar gibi 24 Oğuz boyundan olduğu ve Selçukluların da bu boya mensubiyeti bilinmektedir. (6, 7)
Moğol istilâsı döneminde, Asya'daki topraklarından kaçıp Anadolu'ya gelen 600.000 kişilik bir Türkmen topluluğunun kışları Pasin ovasında, yazları da Kuzey Karadeniz (Parhar) Dağlarında geçirdiğini; bu Türkmenlerin Bayburt, Erzincan, Sinop ve Ayıntab'a kadar olan bölgeleri istilâ ettiklerini biliyoruz. Bunlardan büyük bir kısmı Trabzon dağlarını yazlık yurt olarak tutuyorlardı. Doğu ve Güneydoğuda yurt tutan bu Türkmen boyları, yerli halkı yağma ettikleri için, Muiniddin Pervane tarafından Moğollara şikâyet edilmiş, bunlardan bir bölümü de Denizli yöresine göçmüşlerdir. Tarihî kayıtlardan Denizli ve yöresinde 200.000, Kütahya-Karahisar arasında da 30.000 Türkmen topluluğunun bulunduğunu biliyoruz. (8)
1283 yılında kurulmaya başlayan Germiyan Oğulları Beyliği, tarihî rolü itibariyle çok önemli olup Batı Anadolu'da kurulan Aydın ve Saruhan beyliklerinin de atası idi (9). Fakat, Germiyan beyliğini kuran boyun hangi Oğuz boyuna mensup olduğu ve adının ne anlama geldiği sorusu halen çözülmüş değildir. (10) XVI. Yüzyıl tarihçisi Müneccimbaşı, Germiyan Beyliğini kuran kişinin adını Germiyan Bey olarak kaydeder (11). Fakat, bazı tarihçilerimiz bu adın bir şahıs adı olmayıp, aşiret adı olduğunu kabul ederler (12). Ahmed Tevhid Bey'e göre adın menşei Farsça 'germ' ( = sıcak; mec. itibar, şiddet) (13) den 'germî' ism-i mensubu ve bundan '-ân' çokluk ekiyle yapılmış Germiyân şeklindedir (14). C. Cahen 'Pre-Ottoman Turkey' (15) adlı eserinde,
Germiyân Oğullarının menşeinin Türk-Kürt karışımı olduğunu yazarsa da bölgenin etnik yapısını oluşturan zümreler arasında böyle bir kayda rastlanmamaktadır. II. Yakub Bey'in 'Taş Vakfiyesi'nde de böyle bir kayıt yoktur. Tarihçi Neşrî '…Andan Ertuğrul Söğüd'ü makam edindi. Ol zaman sâhibin Karahisar'da Germiyân babası Ali Şîr vardı. Çavdar nâm bir Tatar gâh gâh gelüb Karacahisar'ı incidirdü. Ertuğrul Söğüd'de mutavattın olmağla ol vilâyet emin oldular. Bunun üzerine birkaç yıl geçti. Söğüd'ü kışlayub, Domaniç'i yayladı. …' (16) Tarihçi Âli'nin aynı şekildeki ifadesinden (17), bu yörelerde Türkmen menşeli Germiyân Oğulları ile Moğol menşeli Çavdar Tatarları'nın bulunduğu anlaşılıyor. Netekim, bugün Kütahya'ya bağlı Çavdarhisar ilçesinin adı Çavdar adlı Moğol beyinin adından kalmadır. Bazı tarihçiler Germiyanlıların Kanglı-Kıpçak zümresinden olduklarını ileri sürerler (18). Bölge ağızlarında tespit edilen bazı Kıpçak asıllı sözler dikkate alınacak olursa, bu sav üzerinde durmak gerekecektir. Hayrullah Efendi (19), İ. H. Uzunçarşılı (20) ve M. F. Köprülü (21) ise Germiyânlıların, Oğuzların Afşar (Avşar) boyundan olduğu görüşünde birleşmektedirler. M. F. Köprülü (22) ve V. A. Gordlevskiy'e (23) göre ilk defa Malatya yöresine Fars ve Kirman dolaylarından gelmişlerdir. 1239 yılında vuku bulan Baba İshak isyanı sırasında Malatya yöresinde bulunan Germiyânlılar, 1277 yılında meydana gelen Cimri olayı sırasında da Kütahya yöresinde bulunmaktaydılar (24). Faruk Sümer'e göre (Oğuzlar, s. 160), onlar bu tarafa Moğol baskısı üzerine 1260'tan sonra gelmişlerdir. Anadolu'ya ilk defa Calâlüddin Harzemşah'ın önderliğinde gelmiş olabilecekleri görüşü de vardır ki (25), Kütahya yöresinde yaşayan Horzum yer adları bu görüşü destekler.
Batı Anadolu'nun bugünkü
MANİSA yöresini Saru-Han Bey;
AYDIN yöresini Aydınoğlu Mehmed Bey;
BALIKESİR yöresini Karesi-Oğulları Türklüğe kazandırdılar ve beyliklerini kurdular. Bu yörelerin Türkleşmesi XIV. Yüzyılın ilk çeyreğinde sona ermişti.
Yukarıdan beri açıkladığımız bilgileri toplayacak ve yöredeki boy adlarından alınmış yer adları ile birleştirecek olursak, Kayseri ve yöresinde yerleşmiş olan 24 Oğuz boyuna mensup oymakları şöyle sıralayabiliriz:
1.KAYI: Reşidüddin'in Oğuz boyları ile ilgili listesinde Kayılara ait pek çok yer adına ve teşekküle rastlanır. Kayı oymakları, Avşar, Bayat ve diğer boyların aksine olarak, Yörükler arasında, yani Anadolu'nun orta ve batı taraflarında bulunuyorlardı. XVI. Yüzyılda Kütahya sancağında Kayı, Kayıcuk, Ulu Kayı, Kiçik Kayı ve Yavı Kayı adını taşıyan toplam 172 vergi nüfuslu 8 köy vardı (27). Denizli, Menteşe, Saru-Han ve Karahisar'da da pek çok Kayı adlı boy, soy, oymak ve aşiret bulunuyordu (28).
Bugün Kütahya il sınırları içinde Kayı adlı köyler şunlardır: Emet ilçesi, Hisarcık bucağına bağlı 716 nüfuslu Kayı köyü (29); Tavşanlı ilçesine bağlı 475 nüfuslu Kayı köyü (30). Bunların dışında, Afyon, Amasya, Ankara, Bolu, Burdur, Çankırı, Çorum, Denizli, Diyarbakır, Erzincan, Eskişehir, Giresun, Isparta, Kastamonu, Kütahya ve Tekirdağ'da da Kayı adlı köyler bulunmaktadır.
Kayseri ili sınırları içinde Kayı adlı köy yoktur. Fakat, Nevşehir-Hacıbektaş'ta 1; Niğde-Bor'da 1 ve Sivas-Suşehri-Akıncılar'da 1 Kayı adlı köy vardır.
NOTLAR:
1. F. Sümer, 'Anadolu'ya Yalnız Göçebe Türkler mi Geldi?', Belleten XXIV, S. 96, s. 571-592
2. a) İ.H. Uzunçarşılı, Kütahya Şehri, İstanbul 1932; b) Ahmed tevhid, 'Kütahya'da Germiyan Beyleri', TOEM 1 (1911); c) İ.H. Uzunçarşılı, 'Germiyanoğulları', İA, C. IV.;
d) Melikof-Sayar, 'Germiyanoğulları', EI2; e) T. Gökbilgin, 'Kütahya', İA, C. VII.; M. Ç. Varlık, Germiyanoğulları Tarihi (1300-14029), Ankara 1971
3. İ. H. Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi I, Ankara 1972, s. 98
4. M. Ç. Varlık, a.g.e., s. XII-XIII
5. O. Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk İslâm Medeniyeti, Ankara 1965, s. 208
6. Michal le Syrien, Chronique, Fr. Trc. Chabot, Paris, 1905, s. 157
7. O. Turan, a.g.e., s. 30
8. a.g.e., s. 214-215
9. a.g.e., s. 214
10. M. Ç. Varlık, Germiyanoğulları Tarihi, Ankara 1974, s. 1
11. Müneccimbaşı, Câmi'ü'd-Düvel, Süleymâniye Esad Efendi Ktp., Nu. 2103, vr. 556a; Türkçe tercümesi: Safâ'ifü'l-Ahbar, İstanbul 1285, C. III, s. 35
12. N. Asım-M. Arif, Osmanlı Tarihi, İstanbul 1335, C.I, s. 494; H. Edhem Eldem, Düvel-i İslâmiyye, s. 292; P. Vittek (çev.: O. Ş. Gökyay), Menteşe Beyliği, Ankara 1944, s. 28-29; İ. H. Uzunçarşılı, 'Germiyanoğulları', İA/IV, s. 767
13. H. K. Kadri, Türk Lûgatı IV, İstanbul 1945, s.55
14. Kütahya'da Germiyan Beyleri, s. 505
15. London 1968, s. 147, 290, 306
16. Neşrî-Menzel, s. 21; Neşrî-TTK, s. 65
17. Âlî, Künhü'l-Ahbar, C. V, İstanbul 1273, s. 23
18. Z. V. Togan, Umumî Türk Tarihine Giriş, İstanbul 1970, s. 485; Ş. Tekindağ, Anadolu'da Türk Tarihi ve Kültürü, Trabzon 1967, s. 167
19. Târih-i Osmânî, C. I, İstanbul 1273, s.96-97
20. Anadolu Beylikleri, s. 39
21. Osmanlı Devletinin Kuruluşu, Ankara 1959, s. 35
22. gös.yer.
23. İzbranniya Soçineniya I. Gosudarstvo Seljukidov Moloy Azii, Moskov 1960, s. 496, not. 147
24. M. Ç. Varlık, a.g.e., s. 8
25. a.g.e., s. 8
26. Kütahya merkez ilçesine bağlı 'Horzum aşireti Ovacık' adlı bir köy vardır. (Bk. Köylerimiz, İstanbul 1928, s. 890)
27. F. Sümer, Oğuzlar-Türkmenler, Ankara 1972, s. 424-425
28. F. Sümer, a.g.e., s. 218-219
29. Kütahya İl Yıllığı-1973, s. 76
30. a.g.e., s. 87
 
 
'DÜN, BUGÜN' ADLI ANI KİTAPTA
HALİDE EDİP ADIVAR ve AHMET HAMDİ TANPINAR
-2-
Ocak 2010 66. SAYI
 Tatyana, Ahmet Hamdi Tanpınar ile yakınlığını da şöyle anlatmaktadır: “Ayşe Hanım Konağı yanmadan önce binanın beşinci katının köşesinde denize bakan bir odada Ahmet Hamdi Tanpınar öğretim görevlisi olarak bize Tanzimat Edebiyatı dersi verirdi. Çoğu zaman asistanı olan Mehmet Kaplan da gelirdi. Hamdi hiçbir zaman kürsüye çıkmaz, devamlı ayakta dolaşır, bazen pencereden dışarı bakar, durur, bazen de espri yapar, sonra dersine devam ederi. / Ben ve arkadaşım Sabine frank (Prof. Eric Frank'ın kızı) genellikle ön sırada otururduk. Bir gün dersimizin konusu Abdülhak Hamit'ti. Baktım Hamdi ağzında bir şeyler geveliyor, kulak kabarttım. Victor Hugo'nun adını anarak çok kötü bir aksanla mırıldanıyordu. 'Beyefendi,' dedim 'siz herhalde, Victor Hugo'nun meşhur destanı 'Le legende des Siècles'in Abdülhak Hamit'in 'Eşber'i üzerine bir etkisi olup olmadığını düşünüyorsunuz” Birdenbire Hamdi hayretle bana baktı. 'Nerden biliyorsunuz?' dedi. Ben dedim ki 'Fransız Edebiyatı'nın bakaloryasını verdim.' 'Öyleyse,' dedi, 'sizinle bir gün bu konuları konuşalım.' /Hamdi ilke ara sıra buluşuyorduk. Bazen fakültede fakat bina soğuk olduğundan Emin Efendi'nin kahvesine gidip orada da yemek yerdik veya kahve içerdik. Gittikçe dostluğumuz ilerledi. Hamdi bana hayatından söz edip şikâyetlerini anlattı. Ablası ve her zaman hasta olan eniştesi ile birlikte oturuyordu. Aldığı maaş (gerek fakülteden gerek başka okullardan) ancak mütevazi bir geçim hayatı sağlıyordu. Şikayetçiydi. Gene de nükteliydi. İlk yazdığı kitabını, Abdullah Efendinin Rüyaları'nı bana gururla takdim etti. Dolmabahçe'ye taşındığımız zaman ve sonra da Fındıklı'da hep görüşmeye devam ettik. 1947'de Maraş'tan kendisini milletvekili seçtirdi. 'Ne diye bunu yaptın?' diye sordum. Cevap aldım 'Para için'. Aynı zamanda bir evli kadına ümitsiz bir aşkla bağlanmıştı. Onun için de belki bir müddet uzaklaşmak istiyordu. Ankara'da Büyük Millet Meclisi'ne devam ederdi. Fakat hiçbir zaman orada konuşamadı. Ankara'ya giden babam onu ziyaret etti. Bir arkadaşıyla küçük bir dairede oturuyordu. Yataktan, birkaç iskemleden, masadan başka bir şey yoktu. Pencerelere perde yerine gazete yapıştırılmıştı.. / Ankara'dan döndükten sonra Hamdi Profesör olarak Edebiyat Fakültesi'ne girdi. Aynı zamanda güzel sanatlarda ders veriyordu. Mali durumunu düzeltmişti. Bana artık ablasının evinden ayrılıp taşınmak istediğini söyledi. Aklıma derhal bizim Narmanlı yurdunda giriş katında küçük bir daire geldi; bir büyük oda, mutfak ve banyodan ibaretti. Ucuza da vereceklerdi. Teklif ettim. Hamdi çok sevindi. Derhal tuttu ve taşındı. Perde olarak gazeteler yapıştırdı. Bir iki tabak, bardak satın aldı. / Hamdi bir gün hasta oldu. Bizim hizmetçi Melahat aşağıya inip, 'Hamdi Bey nedir o eski yogan, o sizi ısıtmıyor, perdeleriniz de yok, niye böyle oturuyorsunuz?' 'Param yok' demiş Hamdi. 'Bunları size taksitle yaptırırım' ve yaptırdı da.
…….. “Aslında gündüzleri Üniversite ved güzel sanatlara gitmediği zaman Fransızca ve İngilizce çalışıyordu. Akşamları eve döndüğüm zaman Hamdi'ye uğrardım. Bir gece geç bir saatte geldiğimde Hamdi'yi çok heyecanlı gördüm. 'Tanya, ben bugün Şehir Tiyatrosu'na gittim, piyes fena değildi (hangi piyes hatırlamıyorum) herkes piyes yazıyor, ben aptal mıyım niye yazmayayım?' 'Dene,' dedim. Konusunu bulup bulmadığını sordum, konusu hazırdı. Belki bir hafta kadar geçti. Gene geç vakit Hamdi'ye uğradım, bu sefer son derece üzgündü. 'Bir piyes yazamayacak kadar aptalım, güzel bir konu buldum, fakat şu sahnedeki giriş-çıkışları bir türlü ayarlayamıyorum' dedi. 'Öyleyse roman olsun' dedim. / Çok değerli olan Saatleri Ayarlama Enstitüsü romanını yazdı. Yine de benim için en hoş eseri, kısa hikâyeleri ihtiva eden Yaz Yağmuru'dur. Daha sonra Mahur Beste adlı romanını bir türlü bitiremedi. / Huzur çıktıktan sonra Hamdi bana şaşırtıcı bir itirafta bulundu. 'Biliyor musun Tanya' dedi. 'Ben bu platonik ve ıstıraplı aşkı çekmeseydim Huzur'u yazmazdım.”
…… “Hamdi ile ilgili hatırladıklarımın bir kısmı da İngiltere anıları oluşturur. Hamdi Avrupa'ya geç gitmişti. İtalya'dan, Fransa'dan Adalet'e çok meşhur olan mektuplarını yazdı. İngiltere'de bir gün Hamdi kareli, İskoç bir ceketle kafede bizi bekliyordu. Ona British Museum'dan kart çıkarttığımız için son derece sevindi. Bize 'İtalyan ve Fransız kızları çok güzel, İtalya ve Fransa'dan geliyorum' deyince Berna 'Sana güzel İngiliz kızları göstereyim' dedi, 'o zaman öbürlerini unutursun.' Saat 12 gibi Picadilli'ye götürdük. Şık dükkânlardan ve lüks terzilerden çıkan, yemeğe giden güzel İngiliz kızları bu saatlerde Picadilli'yi dolduruyordu. Hamdi oldukça şaşırmış bir halde 'Ben de İtalyan ve Fransız kızlarını güzel sanırdım. Herhalde İngiliz kızlarından daha güzeli yok' dedi. O sırada, kızıl saçlı, mavi gözlü çok güzel bir kızı bir mağazadan çıkarken gördük. Hamdi 'Takip edelim' dedi. Berna olmaz dedi. Hamdi'nin bunu anlayarak 'Ah biraz genç olsaydım' diye hayıflandığını hatırlıyorum.”
“Erzurum'dayken Ahmet Hamdi, Mehmet Kaplan'a hemen hemen her hafta mektup yazar, hepimizi sorardı. ….. / Eskiden tüberküloz olduğu için biraz evhamlıydı ve Cerrahpaşa'da chek-up yaptırmak için yakın ahbabımız Prof. Nejat Harmancı onu hastaneye yatırdı. Bir gün onu ziyarete gittim, yanında Hasan Ali Yücel oturuyordu. Hamdi'nin morali çok iyiydi çünkü testler olumlu çıktı. Sonra normal hayatına geri döndü. Fakat birkaç ay sonra Fakülte Meclisi'nde toplantıdayken, kendisini iyi hissetmeyince küçük bir kâğıt parçasının üzerine 'Ben iyi değilim, hastaneye gidiyorum.' Yazdı ve fakülte binasından, kiminle beraber hatırlamıyorum, Aksaray'a doğru yürüdüler. Sonra Hamdi'yi kaybettik. / Hamdi'yi düşünürken, Romalıların tanrısı Janus geliyor aklıma, Janus gibi iki tarafı gören bir insandı. Hem Batı'nın kültürüne hayrandı, hem Osmanlı geleneklerine ve kültürüne bağlılığı vardı.”
Tatyana Moran rahmetli hocam Ahmet Hamdi Tanpınar hakkında işte bu bilgileri veriyor. 1960 yılında İÜ Türkoloji Bölümünde öğrenime başladığım yıl Yeni Türk edebiyatı derslerini Prof. Ömer Faruk Akün veriyordu. Onunla şiir tahlilleri görüyor, özellikle de Ahmet Haşim'in şiirlerini inceliyorduk. İkinci sınıfa geçince derslerimize Ahmet Hamdi Tanpınar gelmeye başladı. Haftada 2 saatlik dersin bir saatini bir anfide, diğerini de seminer olarak bölüm kütüphanesinde yapıyorduk. Tanpınar hoca o zamanlar 61 Yaşında imiş. Hayatının en olgun ve verimli zamanında öğrencisi olmuşum. Karakaşlı, yüz hatları derin çizgili, saçları seyrek, güler yüzlü bir hoca idi. Anfide ben en ön sırada oturur, söylediklerini çok dikkatle not ederdim. Hiç unutmam, bir dersinde, kara kalemle resmini çizdim. Benim kendisini çizdiğimi gördüğü halde kızmadı, hattâ poz verdi. Derslerinde Batı edebiyatının önemli eserleri, bu eserlerdeki kişiler hakkında geniş bilgiler verirdi. Çok engin bir bilgisi vardı. Seminer derslerinde bir-iki sigara içer, bize de 'Ben seminerlerde sigara içerim' derdi.
Tanpınar Hoca ile derslerimiz 23 Ocak 1962 tarihine kadar sürdü. Onu son gördüğümde öğleden sonra idi. 23 Ocak. Hoca acele ile Profesörler Kurulu'ndan çıktı gitti. Ertesi gün erken saatte fakülteye geldiğimde, bizim bölümün hademesi Çeşminur Teyze'nin hüngür hüngür ağladığını gördüm. 'Teyze ne oldu?' diye sorduğumda, 24 Ocak sabahı Tanpınar Hoca'nın vefat ettiğini söyledi. Biz de bütün bölüm öğrencileri ağlıyorduk. Hocamın ölümü dolayısıyla 'Ondokuzuncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi' adlı eserinin ikinci sayfasına yazdığım 'Tanpınar'a Ağıt' adlı şiirimi daha sonra 'Türk Dili' dergisinde yayımladım.
Tatyana Moran, Tanpınar Hoca ile olan dostluğunu çok samimi duygularla anlatıyor. Hocanın bilmediğimiz bir çok yönünü Türk edebiyatı tarihçileri için not düşüyor. 70 milyonluk Türkiye'de yalnız 1500 tane basılmış olan bu anı kitabından acaba kaç edebiyat hocasının haberi var? Acaba kaç kişi Tanpınar'ın yazdığı Huzur romanının kaynağında ıstıraplı ve platonik bir aşk olduğunu biliyor?
Rus asıllı bir kadının kaleminden çıkan ve Cumhuriyet dönemi ile son devir Türk edebiyatına kaynaklık yapan bu eserin daha dikkatle okunup incelenmesi gerekiyor. Çünkü, Tatyana'nın komünizm'den kaçmasına rağmen Türkiye'de komünist ve aşırı solcu gruplarla ve kişilerle iç içe olması da anılarında anlatılmaktadır.
 
BİTTİ
 
 
HALİDE EDİP ADIVAR ve AHMET HAMDİ TANPINAR
-1-
Aralık 2009 65. SAYI
 
       Dün, Bugün’ adlı anı kitabı, aslen Rus olan Tatyana Moran adlı bir İngiliz Dili ve edebiyatı öğretim üyesi tarafından kaleme alınmış. 2000 yılında 1000+500 adet basılan bu eserden, demek ki, 1500 kişi haberdar.
       Anı ve gezi kitapları insanı dinlendiren ve başka ülkelere, başka insanlara götüren eserler. Bu yüzden bu tür eserleri öncelikle okuyorum. Geçtiğimiz üç ay içinde okuduğum Puşkin’in ‘Erzurum Yolculuğu’, Bagrad Shinkuba’nın ‘Bir Çağa Tanıklık: Son Ubıh’, (aslen bir Uygur Türkü olan) Hacı Yakup Anat’ın  ‘Hayatım ve Mücadelem’, Marie Jaoul de Poncheville’nin ‘MOLOM: Şaman ve Çocuk’, Tatyana Moran’ın ‘Dün, Bugün’, tarihçi Prof. Dr.  İlber Ortaylı’nın ‘Eski Dünya Seyahatnamesi’ gibi eserler bunlardan bazıları.
       Yukarıda adlarını verdiğim eserlerin hepsini de, ayrı birer yazı ile, okuyucularıma tanıtmak istiyorum.
        ‘Dün, Bugün’ün yazarı Tatyana Moran,  otobiyografisine göre,  Kırım’ın Kerç şehrinde  1910 yılında dedesinin evinde doğar. “Genç çiftin ilk çocuğuydum. Babamın adı Lev, hayran olduğu Tolstoy’unki gibi, ve bundan ötürü bana ve benden sonra doğan kardeşime Tolstoy’un kızlarının adını verdi. Ben Tatyana (Tanya), kardeşim ise Eleksandra (Şura), üçüncü kızı ise Harp ve Sulh’un Nataşa’sı oldu.” Diye kaydeder.
        Ailesi Rusya tarihinde ve kaderinde önemli bir rol oynayan büyük burjuvazilerindendir. Çok zengin olan aile, 18. yüzyıldan beri Avrupa’dan Rusya’ya akan siyasî rüzgârlara açık olduğu gibi, Rus halkını Çar’ın istibdadından kurtarmak için yol da göstermiştir. Tatyana bolluk içinde, her türlü eğitimi alarak büyür. Tam yedi yaşında iken Rusya’yı sarsan ‘Ekim Devrimi’ (Komünist İhtilâli) patlak verir. Ülke ‘Bolşevikler’ (Komünistler) ve ‘Yeşiller’ (Bolşeviklere karşı olan askerî topluluk) ya da ‘Menşevikler’ (Devrime karşı olanlar) olmak üzere parçalanır. Bolşevikler gelir insanlar ölür; Menşevikler gelir yine insanlar ölür. Devrim Rus halkının zenginlerini, toprak ağalarını, okumuş elit tabakasını hiç sevmediği için onlara devamlı zulmeder, sürgüne gönderir ya da Sibirya’ya ölüme sürgün eder.
        İşte bu kargaşa içinde üç kardeş ve anneleri, bir plâjdan bindikleri mavna ile önce Varna’ya sonra da İstanbul’a Anadolukavağı’na  gelirler. Kendisi ve kardeşleri çıplak, annelerinin üzerinde de yalnız siyah bir kombinezon vardır. Anadolukavağı’ndaki Türkler bunları giydirir, karınlarını doyurur ve İstanbul’a gönderirler. Tatyana, İstanbul’a geldiklerinin birkaç hafta sonrası babası ile birlikte o zamanki Pera’ya (bugünkü Beyoğlu’na) giderler. Tatyana, burada gördüğü yabancı askerleri şöyle anlatır: “…babam beni o zamanki Pera’ya götürdü. Çok şaşırdım. Bizim o güne kadar gördüğümüz en acayip giysili trafik polisini orada gördük. Başındaki muazzam siyah şapka ve giysisindeki kırmızılar, siyahlar, yeşiller güneşten parlıyordu. Onlar İtalyan ‘karabinieri’lerdi. Kırmız ponponlu bereler giymiş Fransız denizciler, başlarında sanki beyaz kartondan yapılmış bonelerle rahibeler, İngiliz subayları Pera’da resmi geçit yapıyordu. / Bir vitrinde beyaz bereler gördük. Fakat berelerin üzerindeki kurdelalarda ‘Zito Zito Venezilos’ yazıyordu. Babam öfkelenip eline bir bere aldı ve üzerindeki kurdelayı yırttı. Dükkânın sahibi bağırıp çağırdı ve babamdan berenin belki de iki misli parasını aldı.” diyerek, işgal ordusunun İstanbul’daki manzarasını çiziyor.
        Tatyana İstanbul’da Notre Dame de Sion gibi seçkin Fransız kolejinde okur, Fransızca öğrenir. İstanbul’da da Kırım-Kerç’teki gibi lüks bir hayat sürerler. İstanbul’da resim öğrenimi de gören Tatyana, Atatürk’ün Rukiye, Nebile ve Afet adlı üç manevî kızından Afet (İnan) ile de aynı sınıfta okur. Bu arada İngilizce de öğrenir.
        Tatyana’nın Türkiye’deki hayatı zikzaklarla doludur. Babasının bankası iflas eder, sonra Hasköy’deki un fabrikasının kazancı ile hayatlarını sürdürürler. İlk önce Belçika’ya yüksek tahsile gider, sonra Paris; İngiltere; Afrika; Avrupa; Paris-Belçika; Türkiye; Karabük; Amerika; Roma-Kazablanka; Erzurum-Kars; Amerika; İzmir-Bodrum; Marmaris; Venedik-Floransa; Güney Amerika-Montevideo; İrlanda; İspanya derken Tatyana bir Türk insanının göremeyeceği zenginlikte hayat sürer.
        1941 yılında İstanbul Üniversitesi İngiliz dili ve Edebiyatı bölümüne kaydolan Tatyana, burada Fransız dili ve edebiyatı ile Türk Tanzimat edebiyatını zorunlu der olarak seçer. İşte bu dersler sırasında Halide Edip Hanım’la karşılaşır: “İngiliz filolojisinin başına Ankara’ın emriyle (sanırım İsmet Paşa’nın emriyle) Halide Edip Adıvar getirilmişti. Onu çok merak ediyordum. Benim için Halide Hanım o Fatih’te ve özellikle Sultanahmet Meydanı’nda kürsüye çıkıp yüzlerce insana seslenen yüzü açık, genç, güzel ve cesur bir kadındı. Romancı olarak ise çoğu kimsenin hayran olduğu Sinekli Bakkal romanını inandırıcı bulmuyor ve çok ilkel olduğunu düşünüyordum. Bir gencin aşk fırtınalarını konu eden Handan ise beni hiç sarmadı. Fakat Hindistan’a gitmesini ve Gandi ile buluşmasını konu alan İngilizce yazılmış Hindistan hakkındaki kitabını sevdim. / Üniversitenin açıldığı gün İngiliz Filolojisi odasını buldum. Geniş ve büyük olan bu odanın dibinde, bir masanın arkasında ufak tefek, kır saçlı topuzlu, yaşlıca bir hanımın oturduğunu gördüm. Bu hanım meşhur Halide Edip Adıvar idi. Yuvarlak yüzlü ve insanın içine işleyen koyu gözleri olan bir hanım. Bir elinde sigara, öbür elinde büyük bir tespih vardı. ….. / O sbah Halide Hanım bize Hamlet’in yorumunu yaptı; yarım saat konuştuktan sonra ‘Bugün size Shakespeare’in Hamlet’inden söz edeceğim’ ve ‘Türkçeye çevirmek üzere birkaç dize vereceğim. Çarşamba günlerini çeviriye ayıracağız’ diye ekledi.’ / Halide Hanım üniversite formasyonu olmadığı için dersleri lise seviyesinde ve son derece sıkıcıydı. Kitaplardan öğrenilecek olanın dışında kendisinden hiçbir şey katmıyordu. Ele aldığı yazarın hayatı, eserleri, konuları hakkında ansiklopediler ve standart kitaplarda bulunan ne varsa karıştırıp bize aktarırdı. Yazarın diliyle, metnin dokusuyla hiç ilgilenmezdi. Çok sıkıldığım için bir ara bölümümü değiştirmeyi ve tezimi Prof. Auerbach ile yapmayı düşündüm. Allahtan  sömestr ortasında dünyanın en meşhur beş dilcisinden biri, Oxford’lu genç Prof. Bazel geldi ve hayatım değişti.”  diyerek, H. E. Adıvar’ı küçümseyen ifadeler kullanır. Halide Edip’in öğrencileri olan pek çok kişi bugün hayatta değildir. Fakat, edebiyat tarihçilerimiz bu anlatılanların ne derece doğru olduğunu açıklamalıdırlar.
        Tatyana, VIII. Yüzyıla ait, İngilizce Battle of Maldon destanı ile ilgili tezini vererek bu bölümden mezun olur. Mezuniyetini ve sonrasını şöyle anlatır: “Halide Hanım’ın dürüstlüğüne hayran olmuştum. Çünkü, tezimi beğenmediği (anlamadığı) halde bana asistanlık kadrosu için büyük bir savaş verdi.” diyerek, 1943 yılında Üniversiteler Kanunu çıkınca asistan olabildiğini anlatır
 
KASIM 2009 64. SAYI
 
Tekrar geriye dönerek harf ve alfabe neymiş öğrenelim: “Dildeki bir sesi gösteren ve alfabeyi oluşturan işaretlerden her biri”ne harf; “Bir dilin seslerini gösteren, belirli bir sıraya göre dizilmiş belli sayıda harfin bütünü”ne alfabe (abece) denir (bk. Türkçe Sözlük).
Dört yazarın evire çevire yaptıkları tariften “ârif” bile bir şey anlayamaz. “Türkler pek çok alfabe kullanmışlardır.” cümlesi yerine “Türkler Köktürk, Soğd, Uygur, Mani, Brahmi, Süryani, Arap, Grek, Ermeni, İbrani, Latin ve İslâv (Slav, Kiril) alfabeleri gibi başlıca 12 alfabe kullanmışlardır.” denilseydi, “pek çok” sözcüğü de açılmış olurdu.
s. 35, § 4: “Türkiye Türkçesinde sözcüğün son hecesinde b, c, d, g ünsüzleri bulunmaz. Bu ünsüzler ya tonsuzlaşır yada değişime uğrarlar: beg > bey, sab “söz” > söz gibi. Yabancı asıllı sözcüklerde de bu kural işler: derd > dert, kitab > kitap gibi.” cümlesini daha anlaşılır hale getirelim ve örneklere bakalım: Bu cümleyi şöyle yazabiliriz: “Türkçe kelimelerin sonda patlamalı (ötümlü) çift dudak-tonlu (b), dişeti-tonlu (c), asıl diş-tonlu (d) ve öndamak-tonlu (g) ünsüzleri bulunmaz. Kelimeler, bunların sızmalı (ötümsüzleri) olan (p, ç, t, k) sesleriyle biter: dip, ağaç, yurt, çok … gibi. Arapça ve Farsçadan Türkçeye girmiş olan son sesi (b)'li kelimeler de Türkçede (p) ile yazılır: Arapça: kitâb / Türkçe: kitap; Farsça: derd / Türkçe: dert vb.
s. 39'da: 2.1.1.3. Düz Yuvarlak Ünlüler: ifadesi yanlıştır. “Düz ve Yuvarlak Ünlüler” olmalıdır. [Araya ve sözcüğü ekleyince cümlenin anlamı da değişmiştir. Yazarların bu hatası Türkçeyi yanlış öğretmektir.]
s.39'da: 2.1.1.4. Uzun ve Kısa Ünlüler: Türkçede uzun ünlü yoktur. Yabancı dillerden Türkçeye geçen â, î, û ünlüleri uzun ünlülerdir” ifadesi yanlıştır.
“Yakut Türkçesi ve Anadolu ağızlarındaki bazı Türkçe sözcüklerin ilk hecelerinde uzun ünlüler bulunmaktadır. Bunlara 'aslî uzun ünlüler' adı verilir. Türkiye Türkçesindeki Türkçe sözcüklerin hiçbir hecesinde uzun ünlü bulunmaz. Türkçeye Arapça ve Farsçadan ödünç olarak alınmış sözcüklerde uzun ünlü bulunur. Talat Tekin'in 'Ana Türkçede Aslî Ünlü Uzunlukları' (Ankara 1978, Hacettepe Üniv. Yay.) adlı eserinde “uzun ünlü” konusu geniş olarak incelenmiş ve bütün Türk lehçelerinden örnekler verilmiştir.” biçimine yeniden yazılmalıdır.
Aynı sayfada yer alan “Uzun ünlülerin dışında kapalı e ve genizsi sesli olarak bir sesli bulunmaktadır. Yukarıda bahsedildiği üzere dar ünlü olarak da adlandırılan e ünlüsü genellikle Eski Anadolu Türkçesinden kalma bir söyleyişle kelimelerin ilk hecelerinde bulunur: yémek, démek, vérmek gibi.” ifadesi yanlıştır.
“Türkçede 8 esas ünlü vardır: a, e, ı, i,o, ö, u, ü. Türkçede bir dokuzuncu ünlü vardır ki buna kapalı e deriz ve onu (é) işareti ile gösteririz. e ile i arasında bir sestir. Eski ve Orta Türkçede bazı kelimelerin ilk hecelerinde bulunur ve aynı kelimelerde Anadolu ağızlarının bazılarında işitilir: étmek, démek, yémek, vérmek, ér, géç, yél, yér, él .. gibi” biçiminde değiştirilmelidir. Ayrıca “genizsi sesli olarak bir sesli bulunmaktadır.” cümlesi yanlıştır. Türkçede böyle bir sesli yoktur.
s.40, “2.1.2.1. Ünlü Türemesi: a. Ön Ses Türemesi:” bölümünde verilen ayva > havya örneği yanlıştır. Burada ön ses ünsüz türemesi vardır.
Aynı yer, b. İç Ses Türemesi bölümünde verilen istasyon > station, sipor > spor örnekleri yanlıştır. station > istasyon [ön seste i+ türemesi vardır], spor > sipor olarak düzeltilmelidir.
Bazı tariflerden sonra verilen örneklerdeki “etimoloji (köken bilgisi)” olayları yanlıştır:
s. 46: pişirmek- > bişür- değil, bış- “olgunlaşmak”-ır- > pişir- olmalıdır. [ Eski Türkçedeki pek çok b-'li sözcük sonradan p-'ye dönüşmüştür: bürge > pire, bastırma > pastırma, başağa > paşa …vb. s. 47: gölge > kölge değil, kölige > kölge > gölge olmalıdır.s. 50: yaŋlış > yanlış değil, yaŋ-ıl-ış > yaŋlış [-ı düşmesi ile] > yanlış olmuştur.köŋlek > gömlek, köŋül > gönül olmuştur.onlar > onnar oluşumu “genizsileşme” değil “gerileyici benzeşme”dir.
menekşe > benefşe değil, tersine menekşe < Fars. benefşe olmalıdır.
hn > nn benzeşmesi: mihnet > minnet örneğinden, bu bölümü yazan yazarın Osmanlıcayı da bilmediği anlaşılıyor. Çünkü, Arapça: mihnet “sıkıntı, üzüntü”; yine Arapça minnet “1. yapılan bir iyiliğe karşı kendini borçlu sayma, gönül borcu, müdana; 2. bir iyiliğe karşı teşekkür etme, memnuniyet duyma” demektir. [Osmanlıca ya da Osmanlı Türkçesi Türkolojinin en önemli konularından birisidir. Türkçede bulunan Arapça kelimelerin köklerini, türevlerini ve kalıplarını bilmezseniz, pek çoğunun anlamlarını da çözmezsiniz. Bir eser yazılırken “çalakalem” değil, dikkatli ve özenli davranılmalı. Eser ortaya çıktıktan sonra da o konu ile ilgili bir-iki kişiye gözden geçirtilmelidir. ]
s. 51: Göçüşme-Metatez: “Sözcük içerisinde yan yana bulunan iki sesin yer değiştirmesidir.” tarifi, “Bir kelime (Sözcük) içinde birbirini izleyen iki ünsüzün yer değiştirmesidir.” biçiminde düzeltilmelidir. Çünkü, iki ses başka, iki ünsüz başkadır. Göçüşme iki türlü oluşur: 1. Yakın göçüşme, 2. uzak göçüşme.
s. 51: Kaynaştırma ünsüzleri: “Koruma ünsüzleri de denilen iki ünlü arasında türeyen kaynaştırma ünsüzleri şunlardır:
n > bahçe+in > bahçenin
s > bahçe+i > bahçesi
y > bahçe + e > bahçeye
ş > iki + şer > ikişer
Yukarıdaki tarif de verilen örnekler de o bölümü yazan kişinin sorumluluğundadır.[Bu tarif ve örnekler yanlıştır.] Oysa, TDK'nun “Türkçe Sözlük” (Ankara 2005, s. 1119)ünde “kaynaştırma sesi” için şu tarif verilmektedir: “Ünlü ile sona eren bir kelimeye ünlü ile başlayan bir ek geldiğinde araya giren y sesi: İki-y-i, oda-y-a, soru-y-u vb.” Aynı sözlüğün “Koruyucu ünsüz maddesinde ise “Bağlayıcı ünsüz: anne-y-e, evde-y-iz örneklerinde y ünsüz” denilmekte fakat birbirlerine atıf verilmemektedir. [Sözlük'teki bu eksiklik de düzeltilmelidir.]
***
Burada şu bilgi kirliliğine de değinmek istiyorum: Türkiye Türkçesinde, bir kelimede, kök ile ekleri birbirlerine bağlarken kullanılan ünlü ya da ünsüz seslere yardımcı sesler denir. Türkçede 1) Yardımcı Ünlüler: -I- ( san-I-k, kır-I-k, yan-I-k, say-I-m, vb.); -İ- (del-İ-k, el+İ+m vb.); -U- (oy-U-l-, soy-U-l-, duy-U-m oy+U+m vb.); -Ü- (güd(t)-Ü-m, tüt-Ü-n, gül+Ü+m vb.); 2. Yardımcı Ünsüzler: -Y- (su+Y+u, İnönü+Y+ü, kapı+Y+ı, vb.); -N- (o+N+u, bu+N [yardımcı ünsüz]+a, karşı+sı+N [zamir n'si]+da, sen+in+ki+N [zamir n'si]+i ..vb.)dir.
Türkçede bir kelime içindeki -N- yardımcı ünsüzü a) İşaret zamiri (o, bu, şu), b) +ki iyelik/mülkiyet eki; c) üçüncü şahıs iyelik eki (+sı, +si- +su, +sü)nin “Hal ekleri” (+A, +DA, +Dan, +nIn, +I, +çA) ile birleşmesini sağlar. +ki iyelik eki ile 3. şahıs iyelik eki +sI'dan sonra gelen bu +N+ye “zamir n'si” denir.
Türkçedeki +şAr ve +sI eklerindeki (Ş) ve (S) ünsüzleri yardımcı ünsüz değil “türeme ses”lerdir.
Şimdi geriye dönüp, kitaptaki “Kaynaştırma Ünsüzleri” yan başlığı ile anlatılan konuya dönelim: Bu konunun yeniden ele alınıp yazılması gerekmektedir. Bazı dershane hocalarının anlattığı kaynaştırma ünsüzleri [Y a Ş a S ı N] artık bilimsel olarak ele alınmalı, dershanelerde öğrenim gören çocuklarımıza konu doğru olarak öğretilmelidir. Bir de, artık, üniversite ve dershane anlatımı farklılığı ortadan kaldırılmalıdır. Bunda sorumluluk MEB'ndır. Dershanelerde verilen “Türkçe-Gramer” bilgilerinin doğruluğu araştırılmalı, Üniversiteler Arası Kurul tarafından hazırlanan sorular da üniversitelerde öğretilen Türkçe-Gramer derslerindeki bilgilerle örtüşmelidir.
***
Bu kitabın 50-55. sayfalarında yer alan “Ses Olayları” bölümü yeniden ve çok dikkatle yazılmalı, verilen pek çok örnek doğruları ile değiştirilmelidir. Bir de “Türkiye Türkçesi Grameri” içinde verilen “ağız özellikleri” örnekleri ya ayrı bir bölümde toplanmalı ya da bu iş ağız çalışması yapan bilim adamlarına danışılarak yazılmalıdır. Çünkü o kadar çok yanlışlık vardır ki, bunları gördükçe hem benim moralim bozulmakta, hem de bu tenkit kirlenmektedir.
***
Kitabın “Şekil Bilgisi” bölümü de hatalarla doludur. “İsimden isim yapma ekleri” bölümünde verilen tarifler ve örnekler çok dikkatle gözden geçirilmelidir. Meselâ, tür-e, tün-e, ad-a, don-a, yaş-a; kut-aç, küp-eç; cumb-adak, gümb-edek, şarp-adak, zıng-adak örneklerinin anlamları verilmediği için ne olduklarını anlamak zorlaşmış. Karağı, buzağı, bukağı, bileği, kırağı, yapağı örneklerinin kökenleri nedir, bu köklere Ağı eki nasıl gelmiştir? Daha sonra verilen bucak, damak, kazak, kısrak, malak örneklerine +Ak eki nasıl getirilmiştir? Malak sözcüğü mal+ak mıdır, yoksa malak < bala+k mıdır? Daha sonra verilen oğlan örneğindeki +an neyin üzerine gelmiştir? Oğl+an mı, yoksa oğul+an mı? Peki tümen ne demektir? Moğolcada da yaşayan bu sözcüğün kökeni nedir? Bütün bu örnekler açılmalı, kökleri ve ekleri konuyu bilmeyenler için açıklanmalıdır.
Gelelim kitabın “Kaynakça”sına. Bu bölümde verilen kitap künyelerinde hiç özen gösterilmemiş. Meselâ, Doğan Aksan'ın , Tahsin Banguoğlu'nun Muharrem Ergin'in eserleri, basım tarihleri de dikkate alınmadan ayrı ayrı gösterilmiş; Zeynep Korkmaz'ın bir bölümünü yazdığı yedi imzalı ortak kitap (vd.) olarak geçiştirilmiş; Anadolu ağızlarıyla ilgili birkaç künye verilerek diğerlerinden bahsedilmemiş.
Bir eserin kaynakçası da anlatılan konular kadar değerlidir. Kaynakçadaki eserler ve makale künyeleri, bir kitabın, bildirinin (tebliğin) ya da makalenin değerini yükseltir. Yazarın, konu ile ilgili ne kadar kaynak kullandığını, onun belli başlı eserleri görüp görmediğini “Kaynakça”dan anlarız. Kaynakçanın yazımı da kitap, makale, bildiri adı yazımı bakımından ayrı bir bilgi ister.
100 sayfalık bir hamcı olan “Ses ve Şekil Bilgisi” adlı bu kitapçık henüz “eser” olabilecek olgunlukta değildir. DÖRT yazarı olmasına rağmen “içeriği” bakımından çok fakir, hatalı ve bilgi yanlışlıkları ile doludur. Kitabın dizgisinde, sayfa bağlanmasında gerekli dikkat ve özen gösterilmediği için estetik de yoktur. Üniversitelerde, TDK, TTK, TKAE vb. gibi kurumlar tarafından yayınlanan eserler için mutlaka en az iki bilim adamından “inceleme raporu” alınır. Gözden kaçan dizgi hataları, bilgi eksiklikleri vb. gibi hususlar böylece en aza indirilmiş olur. Bütün bunlar yapılmazsa, ortaya çıkan kitaplar yazarını da güç durumda bırakır.
Dört imzalı bu kitabın üniversitelerimizde ders kitabı olarak okutulması da uygun değildir. Estetik ve dizgi yanlışlarından öte içindeki bilgilerin büyük bir bölümü eksik, yanlış ya da hatalıdır. Verilen örneklerin durumu içler acısıdır. Bu bilgilerle diploma alacak olan “öğretmen adayları”nın öğreteceği çocuklarımız ve gençlerimiz de olumsuz etkileneceklerdir.
Yüz sayfalık bir kitabı eleştirmeden bir kenara atabilirdim. “Bana ne!” diyebilir, görmezden gelebilirdim ama yarım yüzyılını Türkolojie adamış bir bilim adamı olarak “susma” değil “konuşma-yazma” hakkımı kullandım. Benim bu gençlere tavsiyem, bu kitabı piyasadan toplayıp, yeniden yazmalarıdır. Müsvettelerini bana gönderirlerse, “redaktörlük” görevini seve seve yaparım. Kitap bu hâliyle perişan…Sakın ola “doçentlik” sınavına girerken dosyalarına bu kitabı koymasınlar, hiçbir bilim adamı buna olur vermez. Ocak 2009, Ankara 
 
 
EKİM 2009 63. SAYI
 
 Erol ÖZTÜRK-Mahir KALFA-Mustafa Altun-Salih DEMİRBİLEK, Ses ve Şekil Bilgisi, İstanbul 2005, V+100 S., Lisans Yayıncılık yay.
 
 
Üniversitelerimizde rektörlüklere bağlı “Türk Dili Bölümü” adı altında bölümler kurulduktan sonra, YÖK Başkanlığı çeşitli üniversitelerden Prof. Dr. Zeynep Korkmaz, Prof. Dr. Ahmet B. Ercilasun, Prof. Dr. Mehmet Akalın, Prof. Dr. Nejat Birinci, Prof. Dr. Tuncer Gülensoy, Prof. Dr. İsmail Parlatır ve Prof. Dr. Hamza Zülfikar’ı görevlendirerek “Türk Dili ve Kompozisyon Bilgileri” adlı bir ders kitabı yazmalarını istemişti. Bütün üniversitelerde okutulan bu kitap önce YÖK Basımevinde basılarak dağıtıldı. Sonra da özel bir basımevinde basımına devam edildi. Şimdi yine bir özel basımevi tarafından yayınlanmakta. Türk Dili ve Edebiyatının YEDİ uzmanı tarafından bölüm-bölüm yazılan bu hacimli kitapta üniversitelerimizde öğrenim gören tıp, dişçilik, veteriner, fizik, kimya, matematik, biyoloji, tarih, coğrafya, sanat tarihi, antropoloji, müzik, resim, heykel, yabancı diller vb. öğrencileri için gerekli görülen konular özenle seçilerek, onların anlayabileceği ifadelerle yazılmış, gerekli görülen okuma parçaları da özenle seçilerek verilmişti.
Yıllar sonra, her üniversitenin kendi öğrencileri için birer “Türk Dili ve Kompozisyon Bilgileri”ni konu alan kitaplar yazmaları istendi. İşte o zaman, daha bilgisi gelişmemiş, henüz doktora yapmış ve ardından “Yard. Doç.”lik unvanı verilmiş pek çok genç öğretim elemanı, daha önce yayınlanmış bu tür eserleri orasından burasından “makaslayarak” ortaya ucube denebilecek kitapçıklar çıkarmaya başladılar. Bunlardan pek çoğu, ne yazık ki, Anadolu’nun merkezden uzak bölgelerindeki üniversitelerimizin derslikleri içinde okutulup gitti. Ama olan gençlerimize oldu. İçindekiler düzeni, verilen bilgiler ve hattâ “kaynakça”ları yanlış ve hatalı olan kitapçıklar, YÖK tarafından da denetlenmediği için üniversiteli gençlerimize yutturuldu gitti …
Sizlere tanıtmak istediğim kitapcık (!), DÖRT  yardımcı doçent tarafından kaleme alınmış. Bu dört yardımcı doçent, 4 ayrı bölümü kaleme alarak üzerlerine imzalarını atmışlar. Yani, her yönü ile “iler-tutar tarafı olmayan” bir kitabın günahını da beraberce üstlenmişler.
Kitabın adı da ilgi çekici: “SES ve ŞEKİL BİLGİSİ”. Ama neyin ses ve şekil bilgisi? Türk dilinin mi? Yoksa başka bir dilin mi? Kapakta başka bir bilgi olmadığı için ne olduğunu, ancak içerideki ifadelerden anlayabiliyoruz: Türkçenin, ya da Türk Dili’nin, ses ve şekil bilgisi.
Kitabın “İçindekiler”e baktığım zaman, üniversitelerimizde 40 yıldan fazla Türk Dili konusunda 45 eser vermiş, 1200 kadar makale yazmış, yüzlerce konferans vererek bildiri sunmuş, bugün pek çoğu Prof. ve Doç. unvanlı 25 doktora öğrencisi yetiştirmiş bir bilim adamı olarak öylesine üzüldüm ki, anlatamam. Ya biz Türkologlar görevimizi tam yapmamıştık, ya da yetiştirdiğimiz gençlere yazdıklarımızı okutamamış, öğretememiştik. Bakın o dört imza sahibi genç “ÖN SÖZ”de ne diyor:
“Dilin doğru ve maksada uygun kullanımı iyi bil [bir demek isteniyor] dil öğretimi ile mümkündür. Dil öğretiminde gramer kurallarının önemi tartışılmazdır. Dil bilgisi, dilin en gelişmiş ifade aracı olan cümleden başlayıp cümleyi oluşturan; kelime grubu, kelime, ek, ses gibi yapıların tamamının birbiriyle ilişkisi kurularak iyi bir şekilde öğretilebilir. Türkçemizin düzgün öğretilebilmesi için okullarımızda planlı ve doğru metotlarla dilbilgisi eğitimi verilmesi şarttır. Bu sebeple temel gramer eserlerinin yanında bu alanında  [alanda demek isteniyor] belli boşlukları dolduracak ders kitaplarına da ihtiyaç duyulmaktadır.
 Türkiye Türkçesi gramerinin belli bölümleri olan ses ve şekil bilgisi konularını ele alan bu kitap, Eğitim Fakültelerinin Türkçe ve sınıf öğretmenlikleri bölümlerinde okutulan Ses Bilgisi, Şekil Bilgisi, Ses ve Şekil Bilgisi gibi derslerde kaynak eser ihtiyacını karşılamak amacıyla ilgili derslerin çerçeve programları esas alınarak hazırlanmıştır. Eser, Türkçe ve sınıf öğretmenlikleri bölümü öğrencilerinin ihtiyacını karşılamakla birlikte diğer bölümlerde okuyan üniversite öğrencilerine, Türkçe, Türk Dili ve Edebiyatı öğretmenlerine ve üniversite elemanlarına yardımcı olacaktır.”
    Eser (!), daha ön sözündeki “cümlelerde” hatalarla dolu. Yazdıklarını, “Türkçe, Türk Dili ve Edebiyatı öğretmenleri ile üniversite elemanlarına yardımcı olacaktır” gibi yaldızlı bir cümle ile sunmaya çalışan Yard. Doç.’ler  kitabın (eserin değil) içindeki yanlışlarını, yanılgılarını ve bilgi eksikliklerini nasıl telâfi edip, kendilerini aklayacaklar, bilemiyorum.
   Kitabın “İçindekiler” bölümünde konu edilen bölümler kendi aralarında da sınıflandırılmış. 1.3. Dil Bilgisi ile 1.4. Dil Bilimi bölümlerinin alt birimleri de yarım yamalak anlatılmış: 1.3.1. Ses Bilgisi (Fonetik); 1.3.2. Şekil Bilgisi (Morfoloji) / 1.4.3. Biçim Bilgisi (Morfoloji) [Şekil mi, yoksa Biçim mi olduğuna karar verilememiş]1.4.2. Ses Bilimi (Fonoloji) [Bilgi ile Bilim’i öğrenciye nasıl anlatacaklar? Anlayamadım!];1.3.3. Cümle Bilgisi (Söz Dizimi, Sentaks); 1.4.4. Söz Dizimi (Sentaks) [Sentaks denilen şey, affedersiniz Cümle Bilgisi mi, Söz Dizimi mi? Tabii ki ikisi de aynı şey, ama 1.3.3. ile 1.4.4’ün başlıkları niye farklı? Niye tutarlılık yok?]…. İşte daha “içindekiler”de başlayan ilgisizlik ve bilgisizlik bölümler içindeki ifadelerde ve örneklerde de devam edip gidiyor. Burada, yalnız seçilmiş bazı örnekler üzerinde durulacaktır. Yoksa, kitabın (eserin değil) her sayfasını ve ifadeyi ele alıp inceleyecek olursak, bu tanıtım (ve tenkitin) hacmı genişleyecektir.
s. 21’de “Bükümlü Diller” anlatılırken  verilen İngilizce örneği de hatadan nasibini almış: (İngilizce write “yazmak” kökünden wrorte “yazdı, written “yazmış” gibi) derken, wrorte’nin wrote olacağı gözden kaçmış. [öğrenciye böyle mi öğretilecek!]
s. 21’de a. Altay Dilleri: anlatılırken, “Altay dilleri, ortak özellikler taşıdığı kabul edilen kuramsal bir Altay dilinden gelişen beş büyük dilden oluşur: Türkçe, Moğolca, Mançu-Tunguzca, Kerece ve Japonca. Türkçe ve Moğolcanın daha geç bir dönemde birbirinden ayrıldığı kabul edilir. Korece ve özellikle de Japoncanın bu birlikle bağlantısı konusunda henüz kesinlik yoktur.” ifadeleri eksiktir. Bu konuda Ahmet Temir, Talat Tekin ve Osman Nedim Tuna’nın “Türk Dünyası El Kitabı” (TKAE yayını)ndaki bölümlere ya da Tuncer Gülensoy’un “Türkçe El Kitabı” (Ankara 2000)ndaki bölüme bakılmalıydı.
 s. 22’de: “Çokluk bildiren sayılardan sonra gelen isimler çokluk eki almaz [Sekiz kitaplar değil, sekiz kitap gibi]. {Peki, öğrenci size ‘Kırk haramiler/Üç silahşörler’ ve ‘Üçler, Yediler, Kırklar’ sözcüklerindeki +ler çokluk eki niye 3, 7, 40 sayılarının üzerlerine gelmiş? diye sorarsa, ne cevap vereceksiniz?}
 s. 22’deki: “Kelimelerin gramatikal cinsiyeti [Hint-Avrupa ve Sami dillerinde olduğu gibi dişil, eril ve yansız kelimeler bulunmaz] yoktur.” Cümlesindeki gramatikal cinsiyet, dişil, eril, yansız sözcüklerini öğrenciye nasıl anlatacaksınız? Böyle bir cümlede bu sözcükler tanımlanmamalı mıydı?
 s. 22-23’te “Aşağıda Türkçenin değişik şive ve lehçelerinde sayıların durumu gösterilmektedir.” denilerek, bir sınıflandırma yapılmakta ve Türkiye-Kırım Tatar-Türkmen-Halaç-Gagavuz-Azerbaycan-Kaşgay TürkçeleriGüney” grubu içinde verilmekte; “Batı” grubunda da Başkir [doğrusu Başkırt olacak]-Karaçay-Karayim-Kumuk-Tatar-Baraba-Kırım Tatar Türkçeleri gösterilmektedir. Eğer ben emekli olduktan sonra değişmediyse (!), Batı Grubu Türk lehçeleri aynı zamanda Oğuz Grubu adı ile sınıflandırılmaktadır. Türkçenin “Güney” ve “Orta” diye  grupları yoktur. Üstelik, bir de “Kırım Tatar Türkçesi” hem “Doğu” hem de “Batı” gruplarında gösterilmiş ve yanlışlık ikiye katlanmış. Sonra, Türk dilinin  başka karşılaştırılacak sözleri yok mu ki yalnız sayılar üzerinde durulmuş. O da bir internet sitesinden indirilmiş.
s. 24’te diller anlatılırken Fince, …..Çeremisçe dilleri  denilmiş. Ya Fin, ….Çeremiş dilleri diyeceksiniz, ya da Fince, ...Çeremişçe
 s. 24’te: d. Hâmi-Sâmi Dilleri (Hemitic-Semitic Language) denilmiş. Parantez içindeki İngilizce karşılık niye öteki diller anlatılırken yazılmamış, anlayamadım…
s. 24-31 arasındaki bütün başlıklar, temel kaynaklara bakılarak yeniden yazılmalı ve yorumlanmalıdır. (Türk Dünyası El Kitabı [TDEK]’ndaki Ural-Altay Dil Ailesi, Ural Dil Ailesi, Altay Dil Ailesi bölümleri ; A. B. Ercilasun’un “Türk Dili Tarihi”; T. Gülensoy’un “Türkçe El Kitabı”  adlı eserlerinden kaynak olarak yararlanılmalıdır.
s. 30 için bilgi: Türk Şivelerinin tasnifi Arat’tan sonra Dilaçar ve Temir tarafından yapılmış; Temir, Arat’ın tasnifini yeniden yorumlayarak TDEK’nda yayımlamıştır.
s. 31’de: Kuzeydoğu: KDk, Kuzey Sibirya Grubu: Yakut (Saka) andDolgan.
                 …
1.      Sayan Türkçesi consisting of Tuvan (Soyot, Uryanhay) and Tofa (Karagas);
2.      Yenisey Türkçesi: Hakas, Şor and related dialects (Saghay, Kaca, Kızıl);
……Bazı Altay Türk lehçeleri Kırgız [Türkçesi]ne daha yakındır. (KBs).
 As noted above, Sarı Uygur KD kaynaklı olmalıdır….. cümlelerindeki İngilizce sözcükler nedir?
s. 34’te “Ses Bilgisi” bölümünün 4. paragrafındaki ifade ile ne anlatılmak istenmiştir: “ Konuşma dilindeki sesleri yazı dilinde gösteren işaretlere harf; Harfleri belli
bir düzen içerisine bir araya toplanmasıyla oluşan harf topluluğuna alfabe denilmektedir. Türkler pek çok alfabe kullanmışlardır. Denilebilir ki yeryüzünde Türkler kadar alfabe değiştiren bir millet yoktur. Daha Ortaasyada iken Göktürk, Uygur, Mani, Brahmi alfabelerini kullanan Türkler İslâmlaştıktan sonrada Arap ve Kril ve Latin alfabelerini kullandılar.” [Bu cümlelerdeki imlâ ve ifade yanlışlıkları yazarlara aittir.]
 Aynı sayfa 5.§’taki ifadeye bakınız! “Türkiye Türkçesinde bütün ünlüler Türkçe asıllı sözcüklerin ilk sesinde ve ilk hecesinde yer alırlar. Türkçe asıllı sözcüklerin orta ve son hecelerinde ise o ve ö dışındaki bütün ünlüler  yer almalarına karşılık, o ve ö yer almazlar.”
Hani deveye sormuşlar, “Boynun niye eğri!” diye, o da “Nerem doğru ki!” demiş. Bu ifadeler de, vallahi ve billahi, yazarlarına ait. Ben hiçbir yerine dokunmadım. Siz bu cümleyi okuyup, ortaya yeni ve düzgün bir cümle çıkarabilirseniz, kazanan Türk dili olacaktır.  
 
 
 VE SAHTE MÜSLÜMANLAR
            EYLÜL 2009 62. SAYI
 
Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Ulu Önder Atatürk, yalnız Türkiye'yi yabancı devletlerin istilâsından kurtarmamış, Türk insanının refahı, saadeti ve geleceği için de uğraş vermiştir. O, yalnız askerî bir dehâ değil, bir filozof, bir rehber, bir öğretmen ve eğitmen, bir önder idi. Türk tarihini, Türk insanının karakterini çok iyi biliyor, geleceğinin yol haritasını ona göre çiziyordu. O istemeseydi Cumhuriyet rejimi kurulamaz; O istemeseydi 'padişahlık' yıkılmaz, 'hilâfet' sürer giderdi. Bütün güç kendisindeyken 'sultan' olur, 'hilâfet'i de üzerine alarak bütün İslâm dünyasının 'Halife'si olurdu. Ama olmadı. Çünkü, O istemedi.
Atatürk İslâm dinini çok iyi biliyordu. Allah kavramı, Hz. Muhammed, Tanrı ve insanlığın geçirdiği devirler, Kur'an ve ezan, hutbe gibi kavramlar onun bilgisi içindeydi. Tanrı'nın insanlık için gönderdiği peygamberler ve kutsal kitapları, özellikle İslâm dinini çok iyi biliyordu. Ama 'Müslümanlıkta özel sınıf olmadığını', 'sahte din adamlarını', 'tarikatları', 'dinin siyasete âlet oluşunu' hep vurgulamış, Türk insanını uyarmaya çalışmıştır. Bakın, 'dinin siyasete âlet oluşu' üzerine söylediği sözlere: “Bizi yanlış yollara sevk eden soysuzlar bilirsiniz ki, çok kere din perdesine bürünmüşler, sâf ve temiz halkımızı hep din kuralları sözleriyle aldata gelmişlerdir. Tarihimizi okuyunuz, dinleyiniz… Görürsüznüz ki milleti mahveden, esir eden, harap eden fenalıklar hep din örtüsü altındaki küfür ve kötülüklerden gelmiştir.”
“Din ve mezhep herkesin vicdanına kalmış bir iştir. Hiçbir kimse hiçbir kimseyi ne bir din, ne de bir mezhep kabulüne icbar edebilir. Din ve mezhep hiçbir zaman politika âleti olarak kullanılamaz.”
“Âdi ve alçak hilelerle hükümdarlık yapan halifeler ve onlara âlet yapmaya tenezzül eden sahte ve imansız âlimler tarihte daima rezil olmuşlar, rezil edilmişler ve daima cezalarını görmüşlerdir. Dini kendi ihtiraslarına âlet yapan hükümdarlar ve onlara yol gösteren hoca namlı hainler hep bu sonuca sürüklenmişlerdir. Böyle yapan halife ve din bilginlerinin arzularına kavuşamadıklarını tarih bize sonsuz misallerle izah ve ispat etmektedir. ….Eğer onlara (dini siyasete alet edenlere) karşı benim şahsımdan bir şey anlamak isterseniz, derim ki, ben şahsen onların düşmanıyım. Onların menfi yönde atacakları bir adım, yalnız benim şahsî imanıma değil, yalnız benim gayeme değil, o adım benim milletimin hayatıyla ilgili, o adım milletimin hayatına karşı bir kasıt, o adım milletimin kalbine yönelmiş zehirli bir hançerdir. Benim ve benimle aynı fikirde arkadaşlarımın yapacağı şey mutlaka ve mutlaka o adımı atanı tepelemektir….”

Atatürk'ün sahte dincilere, dini siyasete alet edenlere karşı tavrı budur. O sahte dinciler, o dini siyasete alet edenler Atatürk'e göre mutlaka 'tepelenecek' kişilerdir. Büyük Nutuk'ta ve 'Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri'nde geçen bu sözler, 1923 ve 1927 yıllarında söylemiştir. Atatürk Cumhuriyet'i kurarken içerideki bu düşmanlarla da savaşmak zorunda kalmış, İslâm düşmanı sahtekârları barındıran tekke ve imaretleri kapatmıştır.
Cumhuriyetin yüzüncü yılına yaklaşırken, karanlıklar içinden aydınlık bir Türkiye yaratan Atatürk'ün bu sözlerini unutmayalım. Türkiye'nin aydınlıkta kalabilmesi için Atatürkçü herkesin bir oyuna ihtiyacı vardır. İran gibi karanlık, İran kadını gibi içi ve dışı karanlıklar içinde boğulmuş bir ülke olmak istemiyorsak, 22 Temmuz'da sandık başında olmalı ve oyumuzu mutlaka kullanmalıyız.
 
Bu yazı 22 Temmuz seçimlerinden önce yazılmıştır
 
 
 
BÂYEZİD ADLARI ÜZERİNE
 
Türkler tarih sahnesine çıktıktan sonra kişi adı olarak Türkçenin yanında Çince, Tibetçe, Hintçe, Soğtça, Moğolca gibi komşu dillerden de ödünç adlar almışlardır.
Türkçenin öteki komşu dillerin insanlarına verdiği erkek ve kadın adları da oldukça fazladır. Tarihte görülen Moğol ve Türk adlarının pek çoğu ortak olduğu gibi anlam bakımından da aynıdır. Bahattin Ögel tarafından yazılan “Sino-Turcica” (Taivan 1956) eserde görülen pek çok tarihî Türk adının Çince versiyonları Türk onomastiği bakımından oldukça ilgi çekicidir.
Eski Türk kavimlerinden Hunlar (Hiung-nular), Sakalar-İskitler, Avarlar, Köktürkler, Uygurlar yaşadıkları coğrafyaya göre zaman zaman Çin adları almışlar ya da Çince unvanları adları ile birlikte sıfat olarak kullanmışlardır.
X. Yüzyılda İslâmiyeti kabul eden Türkler önce Arapça, sonra da Farsça kişi adlarını kullanmaya başlamışlar, Türkçe adları terk etmişlerdir. Bugün Türkiye'de olduğu kadar, öteki Türk ülkelerinde de Arapça ve Farsça kişi adları revaçtadır. Ancak, son 30-40 yıl öncesinden itibaren pek çok erkek ve kız çocuğuna tarihî Türk adlarının verildiği görülmektedir. Bu adlardan pek çoğu da yine Türk kavimleri ve bu kavimlerin hükümdarları ilgilidir: Köktürk, Uygur (< uya “ebeveyn, mütefekkir” (J-P. Roux, Türklerin Tarihi, s. 46), Türkmen, Kırgız, Azer, Özbek vb. Türk kavim adları; Oğuz Han, Mete, Attila (< Etil / İtil nehir adından), İstemihan, İlteriş, Bilge Kağan, Bilge (kız), Kültigin, Teoman (ölm. MÖ. 210'a doğru; unvanı şan-yu 'imparator' [ toman < tuman olmalıdır.], Tunyukuk “giysisi yağlı” (J-P. Roux, Türklerin Tarihi, s. 95. T. Tekin: Tunukuk), Kapağan Kağan “yaban domuzu” ( > kapgan > kapan > kaban. Bugünkü Kaman yer adı da Kaban < Kapağan ile ilgili olmalıdır.), Kürşat, Baybars, Aybars, Bahadırhan (< Bagatur), Mugan/Mogan “Bumin Kağan'ın oğlu. Ankara Gölbaşı'ndaki Mogan Gölü) Cengiz, Alpaslan, Selçuk / Salçuk (< ? sal + çuk “küçük sal”), Yağmur, Orhan (< Or Han), İsenbike, Asena ( >A-se-na < A-şi-na < aş- “aşmak”), Aybike, Aybala gibi yüzlerce kız ve erkek adı Türk çocuklarına verilmektedir.
Türkler Orta Asya'dan Batı'ya doğru göç etmeye başladıktan sonra da uzun zaman Türkçe adlar kullanmışlardır. Özellikle Selçuklular Anadolu'da da bu geleneklerini sürdürmüşler, ancak İran'da yaşadıkları sürede Fars ad ve unvanlarını aldıkları gibi resmî dillerini de İranlılaştırmışlardır.
1299 yılında Anadolu'da kurulan ilk Türk devletinin kurucusunun adı nasıl OSMAN olmuştur? Nasıl oluyor da bu devlete OSMANLI adı verilmiştir? Burada bu ad üzerinde tartışma açacağız:
Bilindiği gibi Osman Bey'in babasının adı Türkçe ERTUĞRUL ( < Er+ togrıl), oğlunun adı da ORHAN (< Or+han)'dır. Peki nasıl oluyor da araya Osman adı sıkıştırılıyor? Hem de o kadar Arapça İslâmî ad olmasına rağmen… Belki de “halife” olmasındandır diyebiliriz. Ama karşımıza Osman karşılığında İngilizce Ottoman adı çıkınca bu cevap da yeterli olmuyor. İngilizce sözlüklerde gördüğümüz Otman adı da ilgi çekici. İngilizler buna “Ottoman adının eski versiyonu” diyorlar. Demek ki Osman'lının adını Ottoman ya da Otman biçimlerinde aramak gerek. Bu addan hareket edersek, Ottoman ve Otman adlarını ikiye bölmek gerekecek:
Ottoman < ot + toman ( < tuman) [Tü. ot “ateş” + tuman “duman”]. Mısır Memlük sultanı “Tomanbay”ın adının da “tuman” olarak okunması ve “duman” anlamının verilmesi uygun olacaktır.
Türklerde ev “yurt; oba; üy/öy” hem kutsal hem de içinde ocak (< ot + çak “ateş yeri”; Kırgızca: kolomto) bulunması bakımından önemlidir. Ocak yandığı ve duman (< tuman) tüttüğü sürece ev'de hayat vardır. “Ocağın tütmesi” Türkler için çok önemlidir. Türkler “ocağın tütmesin!” diye beddua etmezler, hep “Ocağı tütesice!” diye hayır-dua ederler. Türkler ve Moğollar savaşa gidecekleri zaman yurt (çadır)'ın içindeki ocak'ta ateş yakarlar ve bu ateşin sönmemesi için de ailenin en küçük çocuğunu da o ateşin sönmemesi, sürekli yanması için yurtta bırakırlardı. Bu çocuğun adı da otçigin / ottigin “ateş prensi” idi.
[Osman adı üzerine pek araştırma yapılmamış.Türkolog meslektaşımız Mustafa Kaçalin, “Kazan Bey Oğuznamesi” adlı eserinde (s. 12, not: 01:05) şöyle yorum yapmaktadır:” 'Osmân: Or Han (1324-1362)'a doğru genelde Türkçe adlar alan Osmanlılarda beyliğin kurucusunun adı Otman Atman Ataman biçiminde iken sonra Arapçaya uydurularak 'Oţmān biçimine sokulmuştur. “ Uţmān 'toy' (Lat. Otis) kuşunun yavrusu, ejderha yavrusu”. “-t-m 'sınık el kemiği eğri sarılmak, dikişi seyrek ve gevşek dikmek, yara üzerinde kabuk bağlayıp onulmamak” (al-FÎRÛZÂBÂDÎ: UBDKM: III, 510. s; ATAY: A-TBL: III, 283 a. S; LANE: An Arabic-English Lexicon: I, 1954a. S)]
Demek ki Osman Bey'in adı [Ottuman > Otman] adından gelmekte olup, buradan Arapça 'Utman, sonra da 'Osman'a dönüşmüştür. M. Kaçalin'le de bir noktada görüş birliğine varmaktayız. O da “Otman” adıdır.Türk ad verme geleneğine en uygun olanı da budur.
***
Bâyezid (ڊاڍڒڍد) adına gelince: Bâyezîd (I.) [1389-ölm. 1403]. 'Lâkabı YILDIRIM. [I. Murad'ın büyük oğlu olup, annesi Gülçiçek Hatun'dur.]
Nasıl oluyor da bir Türk hükümdarı, sonradan kendisi gibi hükümdar olacak oğluna Bâyezîd “Yezid'in babası = Muaviye”ninin adı verebiliyor. Yezit adı bugün bile “1. nefret edilen kimseler için söylenen söz; 2. hilekâr, sahtekâr” kötü anlamında kullanılıyor. Yezitlik “yezit olma durumu, yezit gibi davranma, kötülük, hainlik” demek.
Bugün de Musul, Halep ve Bağdat bölgelerinde yaygın bulunan, Tanrı'nın iyiliği, şeytanın kötülüğü temsil ettiğine, Tanrı ile şeytan arasında sürekli tartışma olduğuna inanan bir mezhebe “Yezidi”(< Ar. yezīdī < yezīd+ī ) adı veriliyor.
Peki, “Yezid'ın babası” anlamına gelen bu ad bir Türk şehzadesine niçin verilmiş olabilir?
1. Tanınmış İslâm büyüklerinden Bâyezîd-i Bistâmî (ölm. 848 ?)nin adına izafeten.
[Daha sonra, Fatih Sultan Mehmed'in Gülbahar Hatun'dan doğan oğlu II. Bâyezîd (1481-1512)'e ve Kanunî Sultan Süleyman'ın Hürrem Sultan'dan doğan oğlu şehzade Bâyezîd'e de bu ad verildiğine göre bu şık uygun olabilir.
2. Birinci şık uygun görülmezse, bu kez Bâyezîd adını ikiye ayırarak Türk onomastiğine göre anlamlandırmak gerekecektir:
A) BAY + AZIT ( <? Fars. âzâd “hür, serbest”)
b) BAYAZ ( < ? Ar. beyāż)+ IT ( < ET. ıt=it) [Türklerde “köpek anlamına gelen” NOGAY (< Moğ.), BARAK adları kullanılmış. Güçlü olan bazı hayvanların “Bozkurt/Börteteçinoa ( < Moğ. börte “boz” + çinoa “kurt”, Boğa ( < boğa+ç)/Buga (Esenbuka), Arslan, Kapagan ( > Kapgan > Kaban “domuz”), Kartal, Togan (> Doğan), Şahin, Tuğrul, Sungur ( Moğ. Şingkaor), Çağrı vb.” adları Türk ve Moğollarda kişi adı olarak kullanılmış. Onun için niye IT “it” diye yadırgamamak gerekir.
Tükiye'de en az çalışılan bilim adı “onomastik”. Genç Türkologlarımızı bu konuda çalışmaya davet ediyorum.
 
 
TEMMUZ 2009 60. SAYI
 


 
YAZI DEVAM EDECEK...

YAZAN: PROF. DR. TUNCER GÜLENSOY

BU YAZI DİZİSİ:
www.istiklalgazetesi.com.tr
YAYINIDIR
 

     İstiklâl Gazetesine
  Abone Olmak İsteyen
Gönüldaşlarımız için
 
Yurt İçinden
Yurt İçi Posta Çeki Hesabı:
Celalettin BATUR: 5024316
Celalettin BATUR: 0 555 443 20 29
Posta Çeki Hesabına 1 yıllık  için 20 YTL yatırıp (cep mesaj, e-posta, telefon  veya Belge geçer ile  bize açık adresinizi ulaştırmanız yeterli en kısa zamanda gazeteniz elinizde olacaktır.
           Almanya dan Abone olmak isteyenler
Yıllık ödemeler için bankanıza aşağıdaki Ali Yüksel hesabına 25 Euro yatırma talimatı vermeniz gerekmektedir.
                                Almanya Banka Hesabı :
Kontoinhaber(Hesap Sahibi) : Ali Yüksel
Bank (Banka)                       : Commerzbank Bad Saulgau    
BLZ ( Banka Numarası )        : 0256 124 401
Konto ( Hesap Numarası )     : 650 800 09
IBAN                                    : DE 78 650800090256124401
SWIFT                                  : DRESDEFF650
Ali Yüksel Tel: +49 172 468 33 25
 
 
 
İstiklâl Gazetesi
Aylık Siyasî Bağımsız Gazete
 
 İlk Sayı : Ağustos 2004
 
ISSN 1305-2993
 
Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü
Mehmet Emin BATUR
 
Genel Yayın Yönetmeni
Abdulmecit AVŞAR
 
Haber Müdürü
Erkinbeğ UYGURTÜRK
 
 
Avrupa Temsilcisi
Şen Ozan
Tel: +0049-175 404 36 23
 
 
 Almanya Temsilcileri
 
Biberach:

München:

Bad Wurzach:
Memmingen:
Ravensburg:
Lindau:
Ulm:
Fr-hafen :
Siegen :
Berlin :
Kisslegg:
Leipheim:
Weingarten:
Aalen :
Karlsruhe :
Hamm :
Neckarulm:
Wangen:
Kempten:
Mainz:
Frankfurt:

Filderstadt:

Braunschweig

Ali Yüksel
Eyüp Tanrıverdi
Arefe Uludağ
Nuri Kokoğlu
Çağlar Eren
Ali Güngör
Sebahattin Gülveren
Safa Çakmak
Adem BIYIK
Reyhan OĞUL
Kenan Batur
Yakup Ay
Baki Alkan
Ali Yanar
Ali DEMİR
Zafer TOPAK
Rukiye ANDIÇ
İsa Göçer
Mustafa Kutlu
Rüştü KASIRGA
Altan Altuntaş

Mehmet Yetiş

Abdullah Akıncı

+49 172 468 33 25
+49 179 533 01 86
+49 173 231 62 86
+49 151 124 593 12
+49 179 799 58 44
+49 171 810 00 89
+49 173 591 52 29
+49 171 267 40 66
+49 271 87070 34
+49 176 298 398 05
+49 160 948 445 40
+49 176 240 200 88
+49 176 232 663 53
+49 179 687 99 56
+49 176 247 855 91
+49 176 767 878 20
+49 176 241 566 20

+49 171 128 16 08
+49 177 180 34 67
+49 179 921 38 30

+49 173 372 97 00

+49 160 444 55 74

 
 
İsviçre Temsilcisi
Karahan Endili
0041 787 954 707
 
Avusturya Temsilcisi
Arafat SÖKER
0043 6644 0180 96
 
Necdet Akarsu
0043 699 11884577
 
Bulgaristan Temsilcisi
Beletin Halil Ali
00359 3631 3573
 
Finlandiya Temsilcisi
00358449371733
 
İstanbul-Esenler
İbrahim DOĞUŞ : 0535 6895769
 
Konya Temsilcisi
Baybars GÜLENSOY : 0542 836 15 51
 
Bursa Temsilcisi
 
Salim Gökgöz: 0555 707 08 98
Kahraman UYGURTÜRK : 0505 698 21 77
 
Ankara Temsilcisi
Mihriban BALATÜRK
 
Ege Bölge Temsilcisi
İsmal OSKAY : 0546 8593210
 
Uşak Temsilcisi
Murat OSKAY: 0546 267 9084
 
Resmî ve Kurum Abonelik
Yılık 50 YTL
Merkez Adres: Gavremoğlu Mah. Donanma Caddesi No:13      
                         Düvenönü-Kocasinan-Kayseri/Türkiye
Tel:                   (0090) 352 338 58 97
Belge Geçer:     (0090) 0352 338 58 97
Cep Tel:            (0090)532 255 99 30            
                         (0090) 555 443 20 29
Elektronik Posta:   hurgokbayrak@kaynet.net
                                istiklal@istiklalgazetesi.com.tr

Bu gazete basın meslek ilkelerine uymaya söz vermiştir

 

 
www.ahmetayvaz.tr.gg > OĞUZ SOYU-ÜÇOKLAR KOLU-GÖKHAN BOYUNUN TÜRKÇÜ TURANCI TÜRKMEN ÇEPNİ AYVAZ OTAĞI > www.ayvazahmet.tr.gg
 
TÜRK-İSLÂM ÜLKÜSÜ; Varlık olan Türklük ile, değer olan İslâmın bir birine vuslatıdır, kaynaşarak et ile tırnak misâli oluşlarıdır. Varlık ifade eden Türk`lüğün , değer olan İslâma muhabbetidir
* * *
OĞUL! Eşref-i mâhlük olduğunun şuurundan hareketle, Cenab-ı Hakk`ın nizamını yeryüzünde hakim kılmak gibi yüce bir idealin gerçekleşebilmesi uğruna,bin yıldır İ`LA-YI KELİMETULLAH ÇİZGİSİNDE, maddi ve manevi bütün imkânlarını seferber eden YÜCE TÜRK MİLLETİNİN şerefli bir ferdi olduğunu unutma!
Üstad ORHAN KILIÇOĞLU

* * *
ARVASİ HOCA`NIN FİKİR VE ESERLERİNDEN FAYDALANMAK, O`NU REHBER EDİNMEK HER TÜRK GENCİNİN ÖNCELİKLİ HEDEFİ OLMALIDIR.
Son yıllarda ihmal edilen ülkücü gençlik en Kısa zamanda yeni bir hamle yeni bir şevk ve aşkla; ZİYÂ GÖKALP, ATATÜRK, A.TÜRKEŞ, NİHAL ATSIZ, S. AHMED ARVASİ, NECDET SEVİNÇ`İN fikir ve görüşlerinin karıldığı harmanlardan beslenerek gelişip, olgunlaşıp, kamilleşerek, GÖNLÜNDE TÜRKLÜK ÜLKÜSÜ, DİLİN DE TURAN TÜRKÜSÜYLE YENİDEN BİR ERGENEKON DESTANI YAZMAYI İMANININ RÜKNÜ BELLEMELİDİR…

Üstad ORHAN KILIÇOĞLU
Facebook beğen
 
NE MUTLU TÜRK'ÜM DİYENE!!! ATATÜRK
 
ALPARSLAN TÜRKEŞ SÖZLERİ
Başbuğ Alparslan Türkeş in özlü sözleri, Ülkücülük , Türk Dünyası ve İslamiyet hakkındaki özlü sözlerini okuyabilirsiniz...
*********************
İdealler yıldızlar gibidir.
Onlara belki ulaşamazsınız ama bakarak yönünüzü tayin edebilirsiniz..

Zafer, asla mahvolduklarını zannedenler
tarafından kazanılamaz.

Dalından kopan yaprağın akibetini rüzgâr tayin eder...

Ahlâkçılık anlayışımız, Türk Ahlâkı ve Müslümanlık inancından meydana gelmiştir.

Başarı için muntazam plânlı çalışma yapmak lâzımdır. Son nefesimizi verinceye kadar çalışacağız.

Bir fikre, bir ideolojiye, kendisinden daha üstün bir fikirle karşı çıkılır. Karşı fikir kaba kuvvetle ezilemez

Biz aziz milletimize müreffah, kuvetli ve büyük bir Türkiye taahhüt ediyoruz; kendimizi millete adıyoruz.Ve Türklük yoluna başlarımızı koyuyoruz.

Bölünme kabul etmez, kutsal bir bütün halinde Büyük Türkiye'yi yeniden inşa edeceğiz...

Cesaret, yüreklilik, atılganlık olmayan hiçbir dâva başarıya ulaşamaz.

Davalarımızın çözümü kendimize dönmek, sarsılmaz bir birlik halinde el ele vermek ve geceli gündüzlü çalışmaya girişmekle mümkündür.

Emirlere mutlak itaat lâzımdır. Laubali, gevşek, disiplinsiz, metotsuz kimselerle dâvamız yürümez. Her şeyde örnek olmak lâzımdır.

Fikir, iman, ülkü aşkı ... İnsanları güçlü yapan bunlardır.

Hepiniz birer Türk Bayrağısınız. Bayrağı lekelemeyin, kirletmeyin yere düşürmeyin.


İnsanlık âleminin en şerefli bir ailesi Türk Milletidir. Dokuz Işık demek, Türk Ülküsü demektir.

İslamiyet'i ele alıp Türklüğü inkâr etmek ihanettir. Bunun tersi de aynı derecede gaflet ve ihanettir.

Kendinizi küçük görmeyiniz. Sizler büyük kuvvetsiniz. Vazifenizi hiçbir zaman unutmayınız. Kuvvet birliktir. Dâvamızın geleceği birliktedir. Birlik, beraberlik içinde olmaktır.

Komünist sistemlerde halkın esaret altında oluşunun sebebi bir mülk sahibi olamamasıdır. Hürriyetin tek garantisi mülkiyettir.

Milletler arasındaki mücadele şuurundan mahrum olan toplumlar başkasının boyunduruğu altına düşerler.

Milletler yabancı kuvvetlerin orduları ve diğer maddi güçleri tarafından yok edilmeden önce, manevi ve fikir güçleri tarafından esaret atına alınırlar. Böyle bir toplumun esir ve yok olması kesin hale gelir.

Millî kalkınmamızı gerçekleştirmek, her Türk ferdini hür yapabilmek için Türk Milletini yeniden kurmak zorundayız. Vatandaşlarımız arasında parti, mezhep, ırk ve bölge farkı gözetmeksizin karşılıklı sevgi ve saygıya dayanan bağlar dokuyacağız.

Mücadelemiz her ne pahasına olursa olsun, siyasi kazanç mücadelesi değil, ahlâk ve fazilet mücadelesidir. Bu mücadelenin karakteri yıkıcı değil, yapıcı olmaktır. Bu şerefli mücadeleye Türk milletini davet ederim.

Toprak bütünlüğümüzü devletimizin ve milletimizin bölünmezliğini hedef alan hainlere karşı Türk Milleti olarak ayağa kalkmalıyız.

Türk aydınları için Batı'nın sığınması olmak bir ideal olarak benimsenmiştir. Milletimiz için bundan korkunç felaket düşünülemez."

Türk Devletinin yenilmez, zinde hayat gücü ve Türk Milletinin teminatı ve istikbali gençliktir.

Türk milliyetçiliği meşru savunma, yüksek insanlık duyguları ve Türk Milletinin kendi tabii haklarının savunulması, korunması duygusu ve iradesinin, şuurunun bir ifadesidir.

Türk töresi, Türk ülküsünün ayrılmaz parçasıdır.

Türk töresinin bir diğer şartı da haddini bilmektir. Haddim bilmek... Ne kendinizi dev aynasında göreceksiniz. Herkese yukarıdan bakacaksınız, ne de kendinizi aşağıdan göreceksiniz, aşağıdan bakacaksınız.

Türk Töresinin bir şartı da yüksek vazife duygusudur. Vazifeyi her ne pahasına olursa olsun yapmaktır. Diğer bir şart, toplum uğrunda her çeşit fedakârlığı yapmaktır. Millete hizmet yolunda şahsi menfaatlerden, şahsi zevklerden feragattir. Vazgeçmektir. Kişiler kendilerini millet için feda ederler. Türk Milleti'nin büyüklüğü böyle yükselecektir. Onu sizler yaşatacak, sizler yükselteceksiniz. Türk Töresinin en önemli bir gereği de sır saklamaktır. Sır saklamak...

Türkçüler Günü olan 3 Mayıs (1944) büsbütün ayrı bir düşüncenin sonucudur. İç düşman olan, kılık değiştirerek milletin içine giren ve hükümetin gafletinden yararlanan komünizme karşı Türkçü gençlerin bir uyarma yürüyüşüdür.

Türkiye'nin yükselişi ithal fikirle olmaz. Hiç bir yabancı, Türkün menfaatlerini Türk Milletinin kendisi kadar düşünemez.

TÜRKLÜK bedenimiz, İslamiyet ruhumuzdur. Ruhsuz beden ceset olur.

Türkün en önemli vasfı teşkilâtçılığıdır.

Ülkücüler, insanlık âlemi içinde ne uşak olmayı, ne de başkalarını uşak olarak kullanmayı kabul etmeyen şerefli bir bayrağın taşıyıcısıdır.

Ülküsüz insan çamurdan farkı olmayan bir varlıktır.

Başbuğ Alparslan TÜRKEŞ
Millî birlik duygusunu mütemadiyen ve her türlü vasıta ve tedbirlerle besleyerek geliştirmek millî ülkümüzdür. ATATÜRK
 
"BİR KIZ ÖĞRENCİYİ BAŞINI ÖRTTÜĞÜ İÇİN TAHSİL HAKKINDA MAHRUM ETMEK İSTİKLAL SAVAŞI BAŞLARINDA VE MARAŞ'TA , DÜŞMANLAR TARAFINDAN BAŞÖRTÜSÜ ÇEKİLİP DÜŞÜRÜLDÜĞÜ İÇİN BAŞLAYAN MİLLİ ŞAHLANIŞIN RUHUNA TÜKÜRMEKTİR."
NECİP FAZIL KISAKÜREK
* * *

Zafer ülkü kaynağının çeşmesidir,
Zafer gönüllerin birleşmesidir.
Gönülleri birleşenler, selam sizlere,
Uzaktan dertleşenler, selam sizlere.

Yüzde yüz Türk olduğun gün cihan senindir...
H.Nihal Atsız
Türk çocuğu ecdadını tanıdıkça, daha büyük işler yapmak için kendinde kuvvet bulacaktır. ATATÜRK
 
Deme bana Kayı, Oğuz, İlhanlı,
Türküm; Bu ad her ünvandan üstündür.
Yoktur Azer, Kırgız, Özbek, Kazanlı,
Türk Milleti bir bölünmez bütündür.
Ziya Gökâlp
Başarılarda gururu yenmek, felâketlerde ümitsizliğe karşı gelmek lâzımdır. ATATÜRK
 
Ve tarih bir gün, acz içinde kıvrana kıvrana şehadete susamış bir ülkücüden daha müthiş bir silahın keşfedilemediğini yazmak zorunda kalacaktır...

S.Ahmet Arvasi

BU DAVA ÖZÜDÜR İSLAMİYET'İN
BU DAVA GÜNEŞİ, MAZLUM MİLLETİN,
BU DAVA, HERŞEYDEN, HERŞEYDEN ÇETİN,
BU YOLDA DERT, HÜZÜN, GURBET BİZİMDİR.
S.Ahmet Arvasi

16 yaşında ilk şiirlerden biri olan `Ne Gam`, iyi bir başlangıç

Ne gam, varsın dizlerim koşa koşa yorulsun,
Saadetin, dâvanın, gerçek aşkın peşinde...
Boş hayaller kül olup rüzgârlarda savrulsun,
Yaban gülleri gibi solsun çöl güneşinde.
S.Ahmet Arvasi

Henüz 17 yaşındaki bir delikanlının `Özleyiş` şiiri, ecdadına âşık bir delikanlının eski muhteşem çağlara olan hasretini dile getiriyor:

Tuna neden köpürmüş, Kırım neden inliyor?
Nerde parlayan kılıç, nerde o akıncı ced?
Şimdi Hazar uzaktan feryadımı dinliyor,
Ayrıldı mı Kafkaslar yurdumdan ilelebed?
Kıbrıs`ın ayrılışı derd oldu içimizde,
Barbaros`un sesini kaybettik Akdeniz`de,
Adalar yabancı da, dinmez derleri bizde,
Balkan`ımız vatandan ayrıldı mı nihayet?
S.Ahmet Arvasi
 
SON BİR (1) YILIN TOPLAMI 107101 ziyaretçi kişi burdaydı!
Mü’minlerden öyle adamlar vardır ki, Allah’a verdikleri söze sâdık kaldılar. İçlerinden bir kısmı verdikleri sözü yerine getirmiştir (şehit olmuştur). Bir kısmı da (şehit olmayı) beklemektedir. Verdikleri sözü asla değiştirmemişlerdir. CÜZ:21 // AHZÂB SÜRESİ: 33 / 23.ÂYET Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol